Kategori arşivi: Denemeler

denemeler

Güle selam Sana Kelam

Semanın ufkunu saran karabulutlar dağılmış, baharın rikkatini
yeryüzüne yayan ışıltısı sarmıştı. Güneşin enginliğini gözlerimize
yapıştırarak, güllerin rengini ve kokusunu sinemizde yatıştırarak öteler
ötesinin ufuk perdesi aralanmıştı. Güneşin sıcak yüzü tenleri yıkamaya
başlamış, güllerin zarif yelleri açılmaya başlamıştı.
Akşamın mehtabında sahillerin sürükleyişi hicranımı taşlamıştı.
Zihnimin ince bezini yırtarak, fikrimin kalın tezini kırarak…
Güllerin kanlarını yüreğimde kaçışımla ısırıyordum, günlerin tanlarını
sözlerimde bakışımla ısıtıyordum. Kendimi kaybettiğim, hicranla ezildiğim
yaralı ruhum. Belli belirsiz sahillin dilinde yutularak yürüyorum,
karanlığın gizlediği ufuklara doğru yalnızlığa kapanıyordum… Gökyüzünün
süslü perdesi yıldızlar başımda taç. Bedenimi ürperten ılık ilk baharın
esen uğultusu kafamın odasında dinmişti. Ruhumu saran, kafamın odasını
soran sesin yankısı ise bende sinmişti. Bir yandan bakan güller, bin
andan akan düşler.

Güllerin rengi, günlerin derdi: Birinde gözlere kan akar,
diğerinde izlere yan bakar. Varlık istikametinin var oluşu, karlık
istirahatının yar oluşu yakalandığı an, ruhun sevincine şan takar: Gül ve
günler… Güller izzet, günler ismet. Düşler ise; yüreklerin çizik izi,
kafaların kırık dizi, günlerin yanık sisi.
Zihnimin günlüğü artan adımlarımla tutuşmaya başlamıştı.
Fikrimin külüne, izanımın gülüne yazdığım yırtık sayfalar. Benliğimi
soldurduğu, irademi doldurduğu ve yüreğimi yaslarla yoğurduğu denizin
kucağında! hüzünlere gark olan gözlerime dalgalar çarpıyordu. Duygularıma
vurulan balyozların hıçkırığıyla, düşüncelerime kurulan heyelanların
kırıklığıyla yaslar ve yaşlar artıyordu. Aklım durmuş, ruhum donmuş, kalbim
dalmış…
Düşler..! boş bir avuntu, loş bir anı esintisi olarak beyhude
ömürun tozu olarak dağılıp gider. Düşler sonunda kalan ise yalnızca
kafalara biriken hecelerin hamal yüküdür. Yükler idraklerin derinliğine
sızarak; hayatın değişimini kavranmasını zayıflatıyor, sağlam kişilik
edinmesini hayıflatıyor, toplumun zengin birikiminde kaliteli kimlik
edindiremiyor. Atıl ve sıradan hayatla, bereketsiz ve verimsiz zamanla,
esefsiz ve esersiz özürlülükle ömür geçiriliyor. Anlık anlar dönüyor,
geleceğin bilinmez karanlığına üfleniyor. Ruhları ve kalpleri karartan
vasıtasız ve gayesiz düşler. Bunun sonucunda yüzler kırışmış, dişler
kırılmış, düşler hayatının çarkında sıkışmış olarak yaşamın soluğu söner.

Düşler… gerçekçilikle birleşirse, gayelerin adımı akıl nimeti
ile şekillenirse; hayatın anlamı, varlığın sırrı boşluk yerine hoşluk
meydana getirir. Mana yarışının dinamizmine koşarak insanlık özelliği
yakalanır. Geleceğin aydınlığında akılcı adımlarla, akıcı yaklaşımlarla
merdivenleri çıkarak ihsanların kapısı aralanır.

Güller; bize estetiğin ve güzelliğin resmini fısıldar, sevginin
zarif tebessümünü yaslar. Kırmızılıklar gözlerin yaşlarını isletir,
kırıklıklarla kan olarak yüzleri ıslatır. Güller sevdalara tılsımdır,
yüreklerin yangınlarına biriken ayrılıkların yakarışıdır. Gayesiz düşlerden
uzak, gayelerin derinliğine vakıf olarak, akıl izzetine akif kalarak
güller varlığımda bana paye.

Düşüncelerime yığılan, duygularıma çarpan kelimelerin önüne
geçemeyerek; gözlerimin boğulandığı, ruhumun boğulduğu, kalbimin
kasıldığı, dimağıma kadar biriken selin yığılışıyla ve fıtratımın fırtınalı
coşkusuyla Istanbul Boğazının enginliğine haykırıyorum:
Selam; yaşamın donanım işaretini sunan izler, varlığın gelişim
iradesini açan güller. Adresi benliğimize ulaşan, zihinlerin duvarında
buluşan, satırlara kazınan, hatıralara yazılan: Günler…

Akşamın soğuk deminde, sahillerin millerce uzunlukta ki dilinde
ağır ağır süzülüyordum. Kulaklarımda dalgaların sahile vuran tokadı,
üzerimde martıların acı çığlığı, önümde karanlığın alnı, özümde hecelerin
yağmurları takip eder. Her yanım kuşatılmış, her anım başıma gömülmüş.
Rüyaların bulanık tablosu şiirle tüten duygularımın sandığından
çıkarılarak, fikrimde seyir. Seyir ki hüzün bakış. Yüreğime ok atışı gibi;
bedenimi eğen, ruhumu ezen çatlamış tablo.
Zamanların akıntısında çağlarla sarılan, ruhların ufuk
aşıntısında aralanan, anlık anların harabelerinden süzülen… Destansı sevdaların
düşleri varılan, hicranlı ayrılıklarla yazılan; Üsküdar’ın dudağına
yapışmış konağı, acı aşkların yanağı olan: Kız Kulesi karşımda durur.
Tarihlerin kuyusunda çalkalanan sancıların yakıcı sırdaşı… Kim bilir
hangi sevdanın ayrılıklarına tanık oldu, kim bilir hangi zahmetlerin
kamcısı davasına vurdu. Nice hadiselerin tanığı, nice kasidelerin sanığı
olarak yorgun duvarları fısıldar. Anıların mühründe öğütlenen, asırların
dişinde öğütülen: Kız Kulesi

İstanbul’un kalın ense kökünde, başıma yığılan ağırlığın
közünde yürüyorum; karanlığın gizlediği ufuklara doğru. Uzaklıklar gözlerime
koz, yıkıntılar gönlüme toz, hüzün taşkınlıkları artan doz… Sanki
yılların çilesi ıslatmıştı. Boynuma ateş dolanmıştı. Günler; gözlerimde
okunan hicranla yıkanmış, güllerin kanlarıyla dokunan isyanıyla
sararmış, düşlere sokulan ıssızlıkla sıvanmıştı.

Düşüncelerime yansıyan, güllere ayna. Şu satırların yazılmasına
sebep kaynak. Düşlerimde bilenen, duygularımda şekillenen güllerin
kanlarını yüreğime akıtan, yosunlu kuyuların acılığını yaşatan. Rüyalarımın
penceresinden akan, kafa kağıdına yazdığım eserimden bakan. Şiirlerimin
ilham yazısı seslenir, gül esintisini her andan nefesi kalbimin izinde
savrulan, gün esaretinin her andan ruhumun gizinde kavrulan:

İlk baharla açan güllere selam. Esaretiyle yüreğimi sürgünlere
atan sana kelam…
Kalıpta donan ruhum erimiş, satırda duran özlem kalbime
inmişti. Güllerin aynasında ki kanlar dökülerek, kirpiklerimi ağrıtan anılar
film şeridi gibi canlanmaya başlamıştı.
Gül kokulu, şen dokulu; kafamın odasını altüst eden, fikrimin
adasını işgal eden…
Anlık tozların düşlerinde solukla yürüyen. Damarlarımın ininde
uğultulu seslerle gezinen. Ismin canıma mimlenmiş, cismin kanıma
damgalanmış. Benliğimi ansızın sisleyerek yürüyen sen…
Sen izanımın bünyesinde, zamanlarımın bütünlünde gölgesin.
Gölgenle izin izimi bulan varlık. Zihnimi ve fikrimi kemirip duran
darlık…
Sana sürgünüm: Sevdanın işaretinde atılan oklarla bilinmezin
balçıklarına iten, karanlığın kubbesinde biten sürgün yüreğim
Selamların haykırışı sesini bulsun. Satırlarım senin gözünü
öpsün. Kelamlarım; kırgınlığını dindirerek, kızgınlığını sindirerek
tutsun…

Özkan Karaca

Gökyüzünü Hatırlatan Kitaplar

Her kitabın, kendi okurlarına biraz olsun gökyüzünü hatırlatması gerektiğine inanırım ben. Çünkü her kitap bir parça gökyüzüdür. Sonsuzluğa ait düşünceler taşır sayfalarında.
Kitapları, dünyanın en masum varlıkları arasında saymak zorundayız. Onların, bizden birer parça olduğuna iman etmeliyiz. Unutmamalıyız ki, kitap demek biraz da biz demektir. Onlar bizden birer parça olduğu için masum değildir elbette. Aksine, insanların kendilerine biçtiği rolü oynamak zorunda oldukları için masumdur.
Her kitap insandan söz etmez. Hatta toplumdan da… Ama her kitap, insanlara ve toplumlara ait derin izler taşır vücudunda. Var olduğu toplumun anlayışını yansıtır.
Kitapları sevmek, yaşamayı sevmektir. Gökyüzünü hatırlamaktır bir bakıma. Sonsuzluğa onlarla yelken açarız. En masum hayallerimiz onlarla canlanır. En güzel rüyalarımız, onların sihirli değneğiyle bir anda renkleniverir. Yaşadığımızın farkına varırız.
Kitaplar, en candan sevgili en samimî dosttur. Her sayfası bir sevgi sığınağıdır onların. Sayfalarında masmavi aşklar gizlidir. Ağlamalarımıza, gülmelerimize kaç kez tanık olmuşlardır kim bilir ?
Kitaplar, düşünen beyinlerin meskenidir. Gören gözler, sezen gönüller onlarla yüz yüze gelince çok şey anlar. Düşünmeyen kafayla, sevmeyen gönülle birlikte olamaz kitap. Böyle beyinlerin, kitapla yatıp kalkma gibi bir niyeti de yoktur zaten. Böyleleri anlamaz kitaptan. “Cevahir kadrini, cevherfuruşan olmayan bilmez.” Altının kıymetini sarraf bilir. Çobana sorarsan hata etmiş olursun.
“Bilgisayar çağındayız.” diyecek bazılarımız. “İşlerimizi artık internetle görüyoruz.” diyenler olacak. Teknolojinin esiri olmuş, dijital kimlikli bu kimseler, ne internetlerinde ne de bilgi yükledikleri o küçücük âletlerinin ortaya koyduğu sanal dünyada, hiçbir zaman kendilerini saran bir sıcaklık bulamayacaklar. Masmavi aşklar yaşayamayacaklar asla! Yorgun düşen gözler, ağır aksak çalışan kalpler, bir sevgi sığınağı bulamayacak o dijital dünyada. Gözyaşlarına tanık olacak tek bir unsur bile göremeyecekler belki de!
Kitaplarla dost olamama büyük bir talihsizliktir. Aynı zamanda büyük bir kayıptır da… Solmayan aşklarını, kitaplarla her gün yeniden tazeleyen talihliler! Her birerleriniz, çevrenizde bulunan bir talihsizi, nazınızın geçtiği bir kitapla tanıştırın lütfen! Göreceksiniz ki, etrafınızda birer birer sonsuzluğa ait düşünceler filizlenecek. Gökyüzü, masmavi aşklar yağdıracak susuzluktan çatlayan yüreklere. Yaşadığının farkına varanlar olacak. Gökyüzü hatırlanacak yeniden. Bazı şeyler, kendiliğinden yerli yerine oturacak. Her kitabın, biraz gökyüzü demek olduğuna iman etmiş olacağız son bir kez. Böylece kendimizi yeniden keşfetme imkânı bulacağız.

Şeref Yılmaz

Sevgi Üzerine Sözler

Sevgi yalnız insana vergi olmasa da insanın gene en ulu duygusudur. Anamızı, babamızı, kardeşlerimizi, çoluğumuzu çocuğumuzu görünce içimizin titremesi, onları anarken yüreğimizin ya kaygılı bir sevinç, ya sıcak bir üzüntü ile çarpması dünyamızı genişletiverir. Bir kendimiz için yaşamaktan, öz tasalarımızın çemberinden kurtuluruz. Bir de gönülden kimseye bağlı olmayan, kimseyi aramayan, özlemeyen bir kişi düşünün; akıllı olsun, doğru olsun, acımak nedir, isterseniz onu da bilsin, siz gene bir ürpermez misiniz? Bütün üstünlükleri o yalnızlığı ile sanki yok oluvermez mi?… Doğum ile ölüm arasındaki yolu acılarla da, zevklerle de zenginleştiren hep o sevgi, kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur. Yoksa var olduğumuzu bile anlamaz, düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik.

Sevgi özcülükten başka bir şeydir mi demek istiyorum? İnsanoğlunda ne vardır ki kökü özcülükte olmasın? Anamızla babamızı, kardeşlerimizle çocuklarımızı düşünürken, severken de kendimizi düşünmüş, kendimizi sevmiş olmuyor muyuz? Hepimiz iki büyük korkunun, ölüm korkusu ile yalnızlık korkusunun zincirlerine vurulmuş değil miyiz? Onları bir başımıza taşımadığımız için, onları unutabilmek için türlü işleri, türlü duyguları yaratmışız. Sevgi de kendimizi avutmak içindir. Seveceğiz, sevmeye inanacağız ki sevilelim; yani bizi düşünen, ölmemizi istemeyen, bizim ölmemizden belki bizim kadar korkan kimseler bulunsun. Böylece korkularımızı birleştirirsek, önüne geçilmez diye titrediğimiz sona belki karşı koyar, onu hiç olmazsa geciktiririz. Hiçbiri elimizden gelmese de bari bizi ananlar, gerçek yaşamamız bittikten sonra da bizi düşüncelerinde yaşatacak, varlığımızı kendi varlıklarında sürdürecek kimseler olur ya!…

(…) Yalnızlık korkusu ile ölüm korkusundan büsbütün kurtulmuş, toplum içgüdüsünü yenmiş bir kişi bulunur da o başkalarını severse ancak onun sevgisi gerçek bir sevgi, yalın bir sevgi olabilir. Bizimki bir yalandır, kendimizin de irkildiğimiz asıl yüzümüzü kendimizden de saklayan bir perdedir.

Nurullah Ataç

Yağmur

Yağmur yağıyor mutfak camındayım..Nasıl üşüdüğümü bilemezsin..Menekşelerim çiçek vermiyor artık anne. söylediğin gibi hep dibinden su verdim ama..şimdi telefon açsam sana sesini duynak ta yetmiyor ki..Hep ayni cumleler.Babamlar nasil? Ilacini aldin mi? Nedenini bilmedigim bir aglamak var icimde.Bir yerlere sigdiramiyorum yuregimi.Bazen dalip giderdin mutfakta yemek yaparken tahta kasikla tencerenin basinda oylece.Ne dusunurdun acaba? Ozlemek cok fena anne, anlamak seni daha da fena..Omuzlarim agriyarak uyaniyorum sabahlari.Benim kizimin omuzlarimı ovmasina daha cok var.Gittikce sanami benziyorum ben? Ya da ‘annenin kaderi kiza’ dedikleri dogru mu? ‘baban eskitir herseyi kizim, ‘demistin bir kez.Anlamamisim meger, eskiyormus annecigim.Omzunu ovacak kalmiyormus meger ayni evin icinde.simdi duysan bunlari, ne uzulursun mutsuz mu kizim diye, coktan kendinden vazgecmis bir sesle.Mutsuz degilim de anne, yagmura ve mutfagimdaki kedere care bulamiyorum.Evimi topluyor, toz aliyor, patlican kizartiyor, televizyon seyrediyor, aksam calan kapiyi aciyorum.Actigimi goren olmuyor.Pisirdigim yeniyor da, guzel olmus denmiyor.Cay demleniyor demleniyor, demleniyor.Kederim mutfagin her yerine yerlesiyor.ah Nasil eskiyor hersey anne, nasil eskiyor.eskilerimi atmaya kiyamiyorum. Seni cok ozluyorum.bana yasakladığın bahçeler sana da mı uzaktı hep.? gidemeyişine ağladın mı sende? ne zaman eskiyor sevgiler ödenen bedellerin acısı geçince mi?
işte böyle… kalbimde bir acı şarkılar seni söyler..

iclal aydın

Hangi Evre

Kırılganlığın hangi evresinde düşler birbirinin gözlerine bakar, cesurca. Hiç düşündün mü bunu ?

Hani yitirilen (var olduğunu sandığın kimliği olmayan sevda)sevdalar vardır
ya inadına üzen inadına boğazda düğüm olan..

Ve hırçın bakışlarına ve derin yutkunmalarına dalıp gittiğin anlar var ya !
zincirleme olarak seni odaklayan yalnızlığın renklerini sana tek tek giydiren o
hain sis…. ve yutkunmaların…seni senden çalan düşlerin …ve imgelerin
tuzağında kımıldayamayan kelimelerin yüreğinle toz olan hislerin

Umudun omuzlarına başını dayadığın/ ve nemli gözlerle zührenin ışığında/
karanlıkları sorguladığın /ve gecede yankılanan sevda sesin

Düşüyor avuçlarıma

Yalnız bana cehennem olan düşler / kıvranmıyor

Askıya aldığın / tükensin diye gözüne baktığın / duygular kıvrılıyor soğuk
mevsimlerde ..

Heceliyorum tekrar ….a..d…ı..n..ı…

Bir yanardağ bir okyanus arası gidip gelmeler

Kasırga
Fırtına
Derken ……gücümü zorlayan / aşan / bekleyişler / ısrarlı adımların

Ve seni ezberinden çıkaramayan afların soluğu / kesik / durgun

Elime hangi numaralı fırçayı alsam , ucu
en ince olanı acaba kırılganlığımı özenle tüm yüreğiyle çizebilir mi ? beni
sana anlatabilir mi ?

Hiç bakışlarım geriye gitmedi sevdam / yanaklarım o tuzlu suyla yıkanmadı /
yüreğim içti onları /

Geriye sadece buruk bir tebessüm bıraktım

Ümitzeynep Kayabaş

Geçmiş

Geçmiş, ne kadar da enteresan şeyler sunuyor geleceğe dair insan hayatında. Yaşarken tadında bıraktığın ya da kendi gözünde, gönlünde geçmişte, ait olduğu yerde sonlandırdığın hatıralar, acı tatlı paylaşılanlar, kişiler gün gelip hiç ummadığın bir zamanda hatta çoğu kez yersizce dikiliveriyor önüne.

Yıllar önce yaşadıkların yapışıveriyor üstüne sülük gibi. Ve sen onu çoktan bırakmış olsan da o senden kopmuyor bir türlü. Kendin olan, seni sen yapan yüzlerce özelliğin varken senin için uzak ve anlamını yitirmiş bir isimle tanımlanıveriyorsun birden.

Kabullenemiyorsun; garip geliyor. “Saygısızlık” olarak isimlendiriyorsun hem kişiliğine, hem de çıkarsız ve samimi yaşadığın duygularına… Ne olursa olsun geçmişinin seni, şu anda olduğun kişi yaptığının bilinciyle rahatlatmaya çalışıyorsun kendini; ama…

Sanırım kendin bıraksan da senin bıraktığın bırakmıyor seni. Anılarda, mekânlarda, sohbetlerde yaşatılıyorsun fark etmeden. Ya da belki o bile yaşatmıyor seni artık; paylaştıklarını başkaları güncelliyor her iki tarafa da zarar verdiğini, geleceklerine ket vurduğunu düşünmeden. Ve onların geleceklerine katmak istedikleri insanların olası geleceklerini düşünemeden!!

Coşmadan durulan nehir, sonunda denize kavuşur mu? Ve kavuştuğu deniz olabildiğince engin, olabildiğince durağan olsa da nehrin zamanında içinden atamadığı dalgalar sonradan fırtınalar koparmaz mı? Yaşanamayanlar, yaşanmamış bir ömre götürmez mi bizi sonunda? Yaşadıklarımız için değil; yaşayamadıklarımız için pişmanlık duymaz mıyız daha çok? “Keşke” lerimiz en fazla neler içindir?

Yaşamamalı mı o zaman hayatı; anın getirdiklerini, hissettiklerini yadsıyıp yok mu saymalı onları? Geçmişimizi temcit pilavı gibi önümüze getirip getirip yarınlara bakmamalı mı? Ya da üçüncü şahısların deşelemesine fırsat verip geç mi kalınmalı?

“Seni tanıyacağımı, hayatıma Senin gireceğini bilseydim eğer; hiç bıkmadan sonsuza kadar beklerdim inan” dediğiniz biri çıktı mı karşınıza? İtiraf etmeseniz bile “Sanki senden önce hiç var olmamışım; ya da var olan ben değilmişim” dediğiniz… O zaman yaşamamışsınız hayatı inanın, hayat sizi yaşamış hep…

Bir işe, bir ilişkiye ya da yeni bir deneyime başarısız olmayı hedefleyerek başlayan var mı ki hayatta? Kim bile bile kaybetmeyi, yenilmeyi göze alır söylesenize? “Tecrübe” dediğimiz şey yaşananlardan alınan dersleri, çıkarımları içermiyorsa nedir?
Görgü nedir?
Bilmek; anlamak; sevmek nedir?
Aşk nedir? Yaşamadan anlaşılabilir mi? Aşık olmadan aşk tarifi yapılabilir mi ve daha önce sevmemiş, sevilmemiş olan, yaşadığı sevginin gerçek değerini verebilir mi?
Kitaplardan, filmlerden, anlatılanlardan öğrenilen ne kadar tatmin edicidir söylesenize…
Asıl korkulması gereken bilinen değil; bilinmeyene duyulan merak değil
midir?
Acaba bunların hepsi güvensizliğin göstergesi mi? Kendine güvenemeyen
mi hiçbir yaşanmışlığı kabul edemiyor?
Haksızlık yaparken karşınızdakine, kaçarken sorunlardan, sorumluluklardan neden durup da kendi paylaşımlarımıza, geçmişimize, yaşanmışlıklarımıza bakmayız ki?
Yaşanmışlıklarımızın bize kattıklarını algılayabilecek ve onların arkasında durabilecek bir gelecek bizlerin olsun…

Başak Ergenekon

Mum Işığında Aydınlananlar

Gazeteci taraflımı olmalı tarafsız mı? Yoksa tarafsızım deyip de aslında taraflılardan mı?
Bunun yanıtı elbette meçhul aydınlanmamış fakat aydınım diyerek
geçinenlere. Bir aydının fikirleri arkasındaki cesaretli duruşu onun ne derece
aydınlanmış olduğunu gösterir halk bazında. Çünkü bu bir kişiliktir bir
duruştur hayâsızca akan yolsuzluk deryasında. İnsanlar ben tarafsızım
deyip de kaçmayı daha kolay buldukları için görüşlerinin biricik kaldığı
o kalabalık ortamlarda; tarafsızlık isminde bir olguyu kabul
edebilirler her durumda. Aslına bakacak olursak böyle bir kaçış yolu yoktur
hiçbir mekânda. İnsanı insan yapan diğer varlıklardan ayıran en büyük
özelliği düşünebilmekse; muhakkak bir fikri, seçtiği ya da ilerlediği bir
çizgi vardır o çok şeritli yolda. Kimisi sağdan gider kimisi soldan ama
bir ideolojisi vardır her durumda. İşte gazetecinin de bir yanlılığı
mevcuttur bazıları kabullenmek istemese de. Tabi ki bu durumun ortaya
çıkmasında birçok neden yatmakta. Örneğin: Gazetecinin
yazıp çizdiği görüşlerinin; yüksek yerlerdeki insanlara dokunması ya
da idrak yolları tıkalı yolsuzluk peşinde koşan varlıkların önüne aynı
idrak yollarını tıkayan o taş kadar engel koymasından, engellenme ve
hatta hayat kaygısına düştüğü için gazeteci aslında sahip olup da sahip
değilmiş gibi davranmak zorunda bırakıldığından; kendini bu yöntemle
korumakta. Kimisi buna suskunluk sarmalı demekte kimisi de sessizlik
kuramı. Ben buna korkunun ayak sesleri adını verdim sözüm onlara. Eğer icra
ettiği mesleğin getirdiklerinin farkında değil ise Uğur fikir yolunda
daha nice Uğurlar vurulur.
Bu ülkenin mum ışığıyla aydınlanmış aydınlara ihtiyacı yok ki bu zor
zamanda bu ülkenin aydınlatılmaya ihtiyacı var aydınlık aydınlarımızın
tüm parlaklığıyla.

Cüneyt Bulut

Zor Yaşamın Kolay Çözümü

Bazen insanı hayatta tutan şeyin ne olduğunu düşünüyorum.Tolstoy her ne kadar bunu sevgiye bağlasa da ben buna katılmakla beraber yeterli görmüyorum. Herşeyden soyutlaşmış,tamamen saf duygulara endekslenmiş sevgi belki bunun için yeterli olabilir ama bunuda günümüz insanına baktıgımızda görmek pekte mümkün olmuyor.Ve bu durum da sevginin dışında başka değerlerin de insan hayatına olumlu katkısı olduğunun göstergesi sayıla bilecek nitelikte…insanı mutluluga götüren bir çok yol var aslında: mesela insanın bilmeden yaptıgı iyilikler!Farkında olmadan,niyetsizce halisane yardımlar.Belki de o an insanın kalbinden çıktığı için sizinde kalbinizin en derinlerine ulaşabilecek kadar yoğun olması o içten geçirilen temennilerin…İşte hayatın yaşanmaya değer belki de en güzel yanı.Tek sorun bunu başara bilmenin biraz zor olması.İnsanların görünen degil de herkezden gizledikleri yönlerini, içlerindeki o saf çocuğu görebilmenin incelikleri.Bunu başarmak herkez için ne kadar kolay olur bilmiyorum ama benim bunu başarmam biraz uzun zamanımı aldı.

Gerçek duyguları yaşamaktan asimile olmuş insanların ne derece içten hisler yaşadığını kestire bilmek gerçekten zor fakat İMKANSIZ degil.İnanan bir kalp için bunu başarmak gerçekten çok kolay.Ancak bunu başarmayı göze alan insanın herşeyini feda etmeye hazır olması lazım.Çünkü bütün bunların sonucunda yanlız kalma olasılığı da var.Ama kaybetmeyi göze almayanın kazanma olasılıgı da yoktur.Belki de en büyük kazançları sağlamamıza bu kayıplarımız vesile olucak.inanan bir kalp,iyi bir analiz gücü, kararlılık, maneviyat ve sebat.Olay ve kişilerin karşısında yıkılmaz bir kale gibi durmayı başardığımızda isteklerimizi gerçekleştirmemize engel olacak şeyleri de bir bir ortadan kaldırmış olucaz.İnancın olduğu yerde mutlak zaferler vardır.Bizimde tek yapmamız gerek en inancımızı sağlamlaştırmak ve zaferimizi daim kılmak…

Hazan Rüzgarı

Farklı Medya Ayna Medya

Medya mı değişiyor yoksa değişmeyipte değiştirilmeye çalışılan Türkiye direnmeye mi çalışıyor?
Bu sorunun cevabı yıllardır büyük sorun halinde bu memlekette. Değişim kavramı uyum kavramına dönüştü tüm gerçekliği ile.
Uyum sağlayacağız diye Avrupalıların kurduğu o meclise değerlerimizi yitirmeye başladık medya denen o gerçekle. Topluma ayna olması, karanlığı aydınlatması, bilinmeyeni ortaya çıkarması umulurken o büyük güçten; çıkamayacağı bir çukura girdi o değişimlen.
Uydu sistemlerinde, radyo-televizyonda devlet tekelinin kırılması çok
seslilik diye adlandırıldı kişilerce, tabuların kırılıp
bilginin demokratikleşeceğine inanıldı o zihniyetlerde. Medya
mülkiyetinin tekelleşmesiyle başlayan bu düşüncede, içeriği
boşaltılmış, eğlencenin kutsandığı, gerçekliğin ise deforme edildiği
yayıncılık anlayışı yerleşti Türkiye’de. Asıl amaç Türk halkını
değerlerinden uzaklaştırmaktı değişim adındaki bu uyumda ama bu
hayal gerçek oldu sadece çok küçük bir kısımda. Bu kısmn adı da medya idi aslında. Bununla kalmadı değişim bu tozlu
aynada global medya olarak sunulan arkasındaki teknolojik yatırımlarla
göz boyayan bu ortam sınıf yapısındaki eşitsizliği azaltmaktan
ziyade bu eşitsizliği daha da yaygınlaştırdı bu alemde. Yoksul
halk eğlence tadında dünyanın her ülkesinde farklı dilde ama aynı
stüdyo dekoruyla sunulan saçmalıkları izlerken evlerinde; zengini
şifreli, içeriği zengin yayınlar izlemekte malikanesinde. Bu durumda
neredeyse tamamı yoksulluk sınırının altında olan ülkemde;
yurttaşlarımın kafalarının boşalmasına neden oluyor git gide. Evet,
nerede kaldı bol işlevli, faydalı, gerçeği gösterecek medya, bir
taşla kırıldı ayna misali ortada.
Bu amacı saptırılmış değişim ismindeki uyumun sebep olduğu
olumsuzluklara ve kötü gidişata dur diyebilecek çıkar biri umarım en
kısa zamanda.

Cüneyt Bulut

Dostluk Üzerine

Dilsizlerin haberini
Kulaksızlar dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün
Can gerek anlayası
Yunus Emre

Montaigne “gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim” demiş. “Bildiğim için
de dostumu kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm”. Ne ilginçtir ki,
Montaigne’den yaklaşık 500 yıl önce yaşayan bir başka bilge de benzer
şeyleri dile getiriyor. Yunus da diyor ki :

İnce sırat köprüsü
Sıfat imiş bu yolda
Dosta giden kişinin
Doğruluktur çaresi.

Doğruluk ve dürüstlük günlük hayatımızda, başkalarında en çok
aradığımız özellikler olmasına rağmen, ne yazık ki çok önem vermiyoruz
bulduğumuzda. Duymak istenilenleri söylemeyi ya da duymayı istediğimiz
şeylerin söylenmesini yeğliyoruz çoğu kez. Kendi düşüncelerimizi
yalınlıkla, açıklıkla dile getirmekten sakınıyoruz ne yazık ki..
Karşımızdaki kırılır diye, üzülür diye ya da başka nedenlerden ötürü…
Karşımızdakinden beklentimiz de bu doğrultuda oluyor çoğunlukla. Oysa
hangisi daha tercih edilir ki ? İnsan, dostunu nasıl bilmek, nasıl
tanımak ister ? Çoğumuz Mevlana’nın “ya olduğun gibi görün ya göründüğün
gibi ol !” sözüne itiraz etmeyiz sanırım. Tabii ki kırıcı olmamak,
yıkıcı davranmamak gerek. Kötü söz karşındakinin kalbine çakılan bir çivi
gibidir ama kırıcı olurum kaygısı ile olduğumuzdan farklı görünmek, doğru
bildiğini, inandığını söylemekten sakınmak yeğlenecek bir davranış mıdır
peki ? Koca Yunus :

Bir kez gönül yıktınısa
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil

diyor. Ama aynı Yunus yine şöyle sesleniyor yüzyıllar öncesinde :

Söylememek harcısı
Söylemenin hasıdır
Söylemenin harcısı
Gönüllerin pasıdır

Gönüllerin pasını
Ger sileyim der isen
Şol sözü söylegil kim
Sözün hülâsasıdır

Kuli’l Hakk dedi Çalap
Sözü doğru diyene
Bugün yalan söyleyen
Yarın utanasıdır.

Onun için derim ki, açıklık ve dürüstlük dostluğun vazgeçilmezi,
“olmazsa olmazıdır.” Dostumuzun illâ ki bizim gibi düşünmesi gerekmez.
Öyle olsaydı eğer, arkadaşlıklar ne kadar kuru , dostluklar ne kadar
sığ olurdu. Herkesin birbirini onayladığı, dolayısıyla birbirinden hiçbir
şey öğrenmediği ilişkiler kime çekici gelebilirdi ki ? Bunun için olsa
gerek Montaigne, dostunu kastederek, “…ona iyilik etmeyi, onun bana
iyilik etmesinden daha çok istemekle kalmam; kendine her edeceği iyiliğin
bana da iyilik olmasını isterim. Bana en büyük iyiliği kendine iyilik
ettiği zaman etmiş olur” diyor. Bu ise ancak paylaşmakla, paylaşmayı
bilmekle olur. Dosta karşı açık olmakla, dürüst olmakla olur. Unutmamak
gerekir ki “dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan bir
ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur.”
Bu evrensellik bilincine sahip olduğu için “Çin’den İspanya’ya,
Ümit burnundan Alaska’ya kadar / her milli bahirde, her kilometrede
dostum ve düşmanım var / Dostlar ki, bir kere bile selamlaşmadık / aynı
ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz” diyen Nazım, bakın,
dostu ve dostluğu nasıl anlatıyor :

Biz haber etmeden haberimizi alırsın
Yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin.
Gözümüzün dilinden anlar,
elimizin sırrını bilirsin.
Namuslu bir kitap gibi güler,
alnımızın terini silersin.
O gider, bu gider, şu gider,
dostluk,
sen yanı başımızda kalırsın..

Kısacası dostluğun, dini, dili, ırkı, cinsiyeti, dünya görüşü ne
olursa olsun ancak güzel insanlara layık olduğunu ; kalıcı ve gerçek
dostlukların da bu güzel insanlar tarafından kurulabileceğini
düşünüyorum. O karşılıksız ve beklentisiz güzellikler, dürüstlük ve
açıklık temelinde dostluklara yansıtıldığı oranda arkadaşlıklar da
ebedileşir. Onun için Shakespeare’in dediği gibi :

Soyu sürsün isteriz en güzel insanların
Sürsün ki,güzelliğin gülü hiç solmasın.

Serdar Ant