Geçmiş

Geçmiş, ne kadar da enteresan şeyler sunuyor geleceğe dair insan hayatında. Yaşarken tadında bıraktığın ya da kendi gözünde, gönlünde geçmişte, ait olduğu yerde sonlandırdığın hatıralar, acı tatlı paylaşılanlar, kişiler gün gelip hiç ummadığın bir zamanda hatta çoğu kez yersizce dikiliveriyor önüne.

Yıllar önce yaşadıkların yapışıveriyor üstüne sülük gibi. Ve sen onu çoktan bırakmış olsan da o senden kopmuyor bir türlü. Kendin olan, seni sen yapan yüzlerce özelliğin varken senin için uzak ve anlamını yitirmiş bir isimle tanımlanıveriyorsun birden.

Kabullenemiyorsun; garip geliyor. “Saygısızlık” olarak isimlendiriyorsun hem kişiliğine, hem de çıkarsız ve samimi yaşadığın duygularına… Ne olursa olsun geçmişinin seni, şu anda olduğun kişi yaptığının bilinciyle rahatlatmaya çalışıyorsun kendini; ama…

Sanırım kendin bıraksan da senin bıraktığın bırakmıyor seni. Anılarda, mekânlarda, sohbetlerde yaşatılıyorsun fark etmeden. Ya da belki o bile yaşatmıyor seni artık; paylaştıklarını başkaları güncelliyor her iki tarafa da zarar verdiğini, geleceklerine ket vurduğunu düşünmeden. Ve onların geleceklerine katmak istedikleri insanların olası geleceklerini düşünemeden!!

Coşmadan durulan nehir, sonunda denize kavuşur mu? Ve kavuştuğu deniz olabildiğince engin, olabildiğince durağan olsa da nehrin zamanında içinden atamadığı dalgalar sonradan fırtınalar koparmaz mı? Yaşanamayanlar, yaşanmamış bir ömre götürmez mi bizi sonunda? Yaşadıklarımız için değil; yaşayamadıklarımız için pişmanlık duymaz mıyız daha çok? “Keşke” lerimiz en fazla neler içindir?

Yaşamamalı mı o zaman hayatı; anın getirdiklerini, hissettiklerini yadsıyıp yok mu saymalı onları? Geçmişimizi temcit pilavı gibi önümüze getirip getirip yarınlara bakmamalı mı? Ya da üçüncü şahısların deşelemesine fırsat verip geç mi kalınmalı?

“Seni tanıyacağımı, hayatıma Senin gireceğini bilseydim eğer; hiç bıkmadan sonsuza kadar beklerdim inan” dediğiniz biri çıktı mı karşınıza? İtiraf etmeseniz bile “Sanki senden önce hiç var olmamışım; ya da var olan ben değilmişim” dediğiniz… O zaman yaşamamışsınız hayatı inanın, hayat sizi yaşamış hep…

Bir işe, bir ilişkiye ya da yeni bir deneyime başarısız olmayı hedefleyerek başlayan var mı ki hayatta? Kim bile bile kaybetmeyi, yenilmeyi göze alır söylesenize? “Tecrübe” dediğimiz şey yaşananlardan alınan dersleri, çıkarımları içermiyorsa nedir?
Görgü nedir?
Bilmek; anlamak; sevmek nedir?
Aşk nedir? Yaşamadan anlaşılabilir mi? Aşık olmadan aşk tarifi yapılabilir mi ve daha önce sevmemiş, sevilmemiş olan, yaşadığı sevginin gerçek değerini verebilir mi?
Kitaplardan, filmlerden, anlatılanlardan öğrenilen ne kadar tatmin edicidir söylesenize…
Asıl korkulması gereken bilinen değil; bilinmeyene duyulan merak değil
midir?
Acaba bunların hepsi güvensizliğin göstergesi mi? Kendine güvenemeyen
mi hiçbir yaşanmışlığı kabul edemiyor?
Haksızlık yaparken karşınızdakine, kaçarken sorunlardan, sorumluluklardan neden durup da kendi paylaşımlarımıza, geçmişimize, yaşanmışlıklarımıza bakmayız ki?
Yaşanmışlıklarımızın bize kattıklarını algılayabilecek ve onların arkasında durabilecek bir gelecek bizlerin olsun…

Başak Ergenekon

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir