Kategori arşivi: Denemeler

denemeler

Sen ve Tokan

İnsan neden hatırlar ki gereksinimi olmadığı halde. Neden ızdırap çektirir ki kendine, canının yanacağını daha fazla bile bile… Bu gün son günümüz olsun seninle öyle sonumuz olsun ki kıyametin öldürmeyen halini en acıtan şekilde hissedelim. Sen sen ol orda bende ben . Tutamayacağımız uçsuz bucaksız sözler verelim birbirimize . O anda çok güzel olmuştu diyelim hatta.

Ertesi sabah uyandığımızda ayrı yataklar farklı kokularla uyandık eminim ki. Evet sen sen oldun orda ben de ben burada … Varolma nedenimizi yitiriyoruz. Neden anlamıyorum kendimize neden bunları yapıyoruz. Artık hiç mi bırakmıyoruz kendimize birbirimiz ola bilme ihtimalini… Bugünümde yoktun yaklaşık 365 günden fazladır da bugünlerimde dünlerimde olmadın… Yine biliyorum kabullenmiyorum ama biliyorum yarında olmayacaksın. Evet dünyada herşeyimi kaybettim ama içinde sen olan ümidimi ümitlerimi kaybetmedim. Neden beynim sana bu kadar sadıkken bedenim olamıyor. Hissedebiliyormusun artık acılarımı . Galiba senden tiksiniyorumda , silip attım seni bir anda bir hiç gibi hayatımda öyle bir çöp bile atmamıştım halbuki ama seni attım. Yırttım hayatımın sayfalarından kanırta kanırta acıta acıta içimden söktüm attım seni. Nedenini bilmeden senin derinliklerine sürüklendim en çok ta bu hoşuma gidiyordu aslında …

Sen benim nedensizliğim olmuştun bir bakıma. Artık seni seviyorum diyemiyorum… Bugün beni hiç düşünmediğini biliyorum , belki yıllardır da aklından hiç geçmemişimdir. Kendime Acıtasyon yapıyormuşum hissi veriyor bana sana yazmak. Çok büyükmüşsün be güzelim… Seni sildim seni yırttım seni yok saydım. Ama biliyorsun yazılarımda bile sadece nokta kullanırım . Çünkü sonlanması gereken şeyler bitmelidir. Tıpkı biz gibi… Ederlezi Shancarrig bu kadar mı can yakar bu kadar mı koparabilirdi hissizliği içimden. Hayatımda en çok sevdiğim ve en çok nefret ettiğim insan ! Bugün burda bir destan oluyor bugünde seni unutmak istemiyorum çünkü yıllardan sonra ömrümden sonra yine sen olmadan seninle … İşte burdayım uçurumun kenarındayım. Tek istediğim yukarda kokunu duyup aşağıya öyle inmek…

Hayatımın son hamlesiydin belkide erişmek istediğim ama bilerek kaybettiğim. Bizsizleştireli uzun zaman oldu cümleleri. Vicudum ön sevişemiyor artık kimsesizliğimle.

Bir sen vardın yanımda kalan birde ayrılırken verdiğin o mis gibi sen kokan TOKAN ….

Ekrem Yasin Parlak

Neresindeyiz Hayatın?

Evet günlerdir bu soru kemiriyor aklımı. Biz hepimiz neresindeyiz
hayatın. Bembeyaz umutlarımız varken hayata dair neden siyah sayfalara
yazılı kaderi okuyoruz çaresiz. Hep çevremizin bizim için düşündüğü
geleceği yaşıyor, hep hayallerimize üvey evlat muamelesi yapıyoruz. Silip
tanımayacağımız karşı çıkamayacağımız o kadar çok insan var ki çevremizde
çaresiz boyun eğiyoruz. Sevdiğimiz seveceğimiz kızları, giyeceğimiz
elbiseleri, kardeş olacağımız dostlarımı hepsini onlar belirliyor. Toplumun katı
kuralları beynimizdeki suçsuz masum ilişkilere yön veriyor. Sevdiğimiz
kızla mahalle pastanesinde oturamıyor, çevre semtlerin tenha bahçelerine
kaçıyoruz. Neden özgür yaşayamıyoruz hayatı. Neden biz gibi
değiliz. Hayatımız sanki yüz kızartıcı bir suça dönüyor hep kaçıyoruz…
Neresindeyiz hayatın.

Şükrü Özçelik

Msn Argosu

‘Messenger’ kelimesinin kısaltılmışı msn. Haberci, ulak anlamlarını taşıyor bu kelime, İngilizce. ‘mesincır’ diye telaffuz ediyoruz. Son zamanlarda kısa haliyle okumak moda oldu; yalnız iki ayrı söylenişi söz konusu. Kimileri ‘emesen’ diye söylerken bazıları ‘mesene’ diyor. İkinci söylem Türkçe kısaltmalar için kullanılıyor.
Ancak kelime Türkçe olmadığından kısaltmasının da orijinaline uygun olması gerekir diye düşünüyorum. ‘Messenger’ ı Türkçeye çevirmeyi başardığımız ve kullanımını yaygınlaştırdığımız an, kısaltılmışını Türkçemize göre kullanma hakkını elde etmiş oluruz ve göğsümüzü gere gere kullanırız. SMS, ‘esemes’ diye okunurken buna ‘semese’ diyenler çıktı; lakin tutmadı. Yavaş yavaş kısa mesaj servisi diye yorumlayıp ‘KMS’ şeklinde kısaltanların kabul görmeye başladığını memnuniyetle görmekteyiz.

Burada Messenger yerine yeni bir isim teklif edecek değilim. Maalesef bunu yapacak olanlar gecikmiştir. Bundan böyle öne sürecekleri her isim güdük kalacaktır diye düşünüyorum.

İnsanların kolayca ve etraflıca haberleşmesini, yazışmaların yapılabildiği gerekli aygıtların eklenmesiyle konuşma ve konuştuğun kişiyi görme imkanı sağlayan bu muhteşem buluş yaygınlaşıyor. Bilgisayarı ve internet bağlantısı olan her fert, bundan istifade ediyor.

Kullanıcılarından biri olarak muzdarip olduğum bir husus var. Türkçemizi katlediyoruz yazışmalar esnasında. Konuşma ve yazı dilimizden apayrı ucube bir harfler topluluğu ortaya çıkıyor ve üzüntüyle belirtmeliyim ki bu garip harf yığınlarıyla yazışanlar birbirlerini anlayabiliyor(!).

Kimileri kullanılan bu garip yazışma stiline dil deme gafletini gösteriyor. Hatta ‘internet Türkçesi, msn Türkçesi’ diyenlere de rastlamak mümkün. Hayır, bunlar Türkçe değil. Olsa olsa argodur, jargondur. Birkaç farklı anlamı olan argonun meslek erbabını ilgilendiren özel dil sınıf değil. Diğer anlamıyla örtüşeceğini zannediyorum: Her yerde ve her zaman kullanılmayan veya kullanılmaması gereken çoklukla eğitimsiz kişilerin kullanıldığı söz veya deyim.

Adına chat(çet) yapmak dedikleri, laklak saatlerinde yazılanlar çok garip. Bu garabeti göz önüne sermezden önce chat(çet) sözcüğüne değinelim. Chat, sohbet etmek, muhabbet etmek demek. Ne güzel bir anlamı var. Konuşmaları muhabbetten uzak, çetten çütten ibaret, özellikle gençlerimiz için bünyesinde bulundurduğu bir anlam da laklak etmek. Bu haliyle ismiyle müsemma oluyor.

Zamanların bir paraya satıldığı bu konuşmalarda rastladığım örneklere değinelim istiyorum:
*-s.a — selamün aleyküm demekmiş. Pekala yanlış anlaşılabilir: ben de a.s. diyen çıkar.
*-a.s. — aleyküm selam
*-hg —- hoş geldin
*-hb —-hoş bulduk
*-slm — selam, biz selama kızıyorduk, bunu bile gereksiz görüyorlar artık:slm
*-nbr —-naber ne demekse. Cevaben,
*-ii diyorlar. —-iyi demekmiş.
Peki ayrılırken neler söyleniyor:
*-aeo —Allah’a emanet ol.
*-kib —kendine iyi bak

Zaman zaman, yazıştıklarım arasında bu tür kullanım hatasına düşenlere rastlıyorum. Uyarıyorum ve gerekçelerini soruyorum. Hızlı haberleşmek, kelimelerden tasarruf diyorlar. Ne hazin bir cevap! İnsan, kelimelerle konuşur, anlaşır. Kullandıkları şeyler kelime olmadığı halde, bunların konuşuyor ve hatta anlaşabiliyor olmaları ucube bir dil ortaya koyuyor.

Türkçemize biz Türkler sahip çıkacağız. Türkçemiz bizimle yaşayacak, biz onunla varlığımızı ilelebet idame ettireceğiz.

İsmail Dönmez

Mevsimsiz Bir Fırtınadır Aşk

Biz ne dersek diyelim anlattıklarımız ancak karşı tarafın anladığı kadardır,
ulaşabildiğimiz yer ise asıl ulaşmaya çalıştığımız nokta olmaz çoğu zaman.
Amacımızı sorgularız! Beklentilerimizi… Doğrularımızı irdeleriz; daha sonra da
neyin kime göre doğru addedildiğini… Başımızı ellerimizin arasına alır, dalıp
gideriz uzaklara…

Birden fark ederiz ki hayat sınavlardaki gibi çözümsel değil, bir formülü yok
öyle elle tutulur, gözle görülür. Zira o, oldukça acımasızdır bizlere karşı;
toyluk zamanlarımızı, hatalarımızı fazlasıyla ödetir! Yanlışlarımız ödül bulmaz
dizilerdeki gibi. Ektiğimiz ne olursa olsun, öderiz o ya da bu şekilde… Dört
yanlış değildir bir doğruyu götüren; hatta beklenenin tam tersine bazen bir
yanlış dört doğruyu bile götürür…

Götürür götürmesine de yanlışın nerede, nasıl ve niçin yapıldığı anlaşılmaz bile
tarafımızdan çoğu kez. Yitip gidene, kaybedilene bakakalırız ağzımız bir karış
açık. Hatta yüzsüzce “Haksızlık” koyarız bunun adını. Yaptığımız yanlışın
arkasında durabilecek, ondan ders çıkarabilecek kadar bile insan olamayız!
Sevdalarda da bu böyledir. O çok sevdiğimiz kişiyi, üstüne delicesine
titrediğimiz sevdaları öyle tüketir, öyle yıpratırız ki… Zamanla karşı tarafın
duygularını, düşüncelerini, özlemlerini görmezden geliriz bencilce! Her şey
bizim istediğimiz zamanda, istediğimiz şekilde, ayarladığımız koşullarda
gerçekleşsin isteriz. İsteriz ki karşı taraf bize hiç ters düşmesin; ne
söylersek, ne dilersek koşulsuz kabul etsin. Bizden önce hiç yaşamamış sayarız
onu ve bizden ayrı bir hayatı da olmasın isteriz. Aşık olduğumuz, sevdaya
tutulduğumuz kişiyi bir başkasına dönüştürmek için çabalar dururuz bilinçsizce;
sanki amaç kimsenin onu bizim sevdiğimiz kadar sevmemesi, bizim gördüğümüz gözle görmemesiymiş gibi.

Deli divaneyken Mecnun misali, bir süre sonra anlam verilmez bir şekilde yetmez
olur kan verenimiz. Hiç doymayan aç kurtlar gibi hala bizim olmayanlara takılır
gözümüz. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacağımızın farkına
varamayız bir türlü. Hataların zincir halinde oluşmaya başladığı nokta budur
işte…

Telafi konusunda da o kadar beceriksizizdir ki, yanlışlarımıza yenilerini
ekleyiveririz. Sevda geçirmez yaptığımız kalbimiz adapte olamaz ödün vermeye,
yumuşamaz bir türlü. İçinden bir ses “Peşinden deli gibi koş, gitmesine izin
verme” dese de, zor gelir çaba harcamak… Konumumuz olur bahane, eş-dost ya da onurumuz yersiz yere yücelttiğimiz.

Sanırız ki kuru bir özür yetecek tüm kırgınlıklara… Sanırız ki kopan bir ipe
sıkı bir düğüm attığımızda tüm halatın en sağlam yeri o düğüm olacak ilerde. Hiç
hesaba katmayız ne kadar sıkı görünse de elimize aldığımızda canımızı acıtan tek
noktanın bize sağlam görünen düğüm olacağını…
Nedense hayatı sonsuz, fırsatları sayısız zannederiz! Heba etmeyi göze alırız
sevgimizle birlikte sevdiğimizi de…

Hayatın karmaşasında bizi ayakta tutabilecek tek gerçeğin “sevgi” olduğunun hala
kavranılamaması inanılır gibi değil. O kadar yabancılaşmışız ki Samimiyete,
Dürüstlüğe! O kadar yabancılaşmışız ki fark etmeden kendimize bile…
Hiçbir şeyin karşılıksız verilmemesini tasvip eder olmuşuz, ne acı. Dostluklar
unutulmuş, yardımlaşma ise masal! İyi niyet yok, içten davranışlar tutuk, bir
sonraki adımın peşinde herkes! Her şey oyun içinde oyundan ibaret ve kartlarını
açık oynayan yok. Senaristler hep bencilce başrolde; figüranlar sonuçtan bihaber
yazılanı oynama derdinde sorgusuz, sualsiz…

Sevdalarımız da böyle kısır döngü halinde. Sürekli almak ister gibiyiz hiç
vermeksizin. Hepimizin çıtası farklı olsa da, hedefe ulaşana kadar seferdeyiz.
Galip gelip de işgal edince bizim olmayan toprakları, sunulan meyvelerden
kaçıyoruz tam olarak tadına varmadan.. Korkuyoruz kendimizi kaybetmekten,
korkuyoruz sonuna kadar sevmekten, sevgimizi sevdiğimize göstermekten.
Hüzünlerimizi, acılarımızı bile doya doya yaşayamıyoruz; üstünü çikolatayla
kaplamış, yok saymışız onları, Pollyannacılık oynuyoruz…
Hayal ürünü kahramanlarla varolmayan sevdalar yaşıyoruz aslında… Aldatmacalar, yalanlarla örülü zamanlara tutsak ediyoruz yüreğimizi. Ama herkesten çok kendimizi kandırıyoruz biz. İçimizi ısıtacak Aşklardan kaçırıyoruz ruhumuzu!

Duvar örmüşüz önümüze; geçit vermiyoruz bizi insana çevirebilecek güzellikteki
hislere… Zırhımızı kuşanmış; kabuğumuzu çoğalttıkça kendimizi daha da güçlü
sanmışız. Olamıyoruz Çıkarsız, Net, Arı… Kalamıyoruz kimsenin karşısında
Çırılçıplak! Sevmeyi zayıflık sayıyoruz besbelli!
Haşmetli ve haşyetli dağlar yükseltmişiz yüreklerimizde kimselerin tırmanmaya
cesaret edemeyeceği. İzin vermemişiz hiç, zirveyi hedefleyenlere. Dinmeyen
fırtınalar yaratmış; kâh boran kâh çığ olmuşuz hayallerine… Ulaşılamaz kılmışız
kendimizi, aslında kendimize ulaşamazken. Buzullar kaplamış yüreklerimizi;
eteklerinde ise ot bitmez… Yapayalnız kalmışız doruklarda. Zaman geçtikçe
kapatmışız kendimizi güneşe bile. Kâinatı kaplayacak güçteki yüreklerimizde,
sevgi tohumları yeşermez olmuş. Baş başa kalmışız soğukla, yalnızlıkla…
Kendince bir açıklama bulmuşuz sevgisizliğe. Kiminde iş demişiz buna; çoğunda
da zaman. Doğru zamanı yakalayamamışız kendimiz için. Karşımızdakini de doğru zamana oturtmayı becerememişiz bir türlü. Maddiyata çevirmişiz yönümüzü. Küçücük kazançlar için seferber ettiğimiz benliğimizi manevi duygulardan kaçırmış, taşlaştırmışız. Parayı sevdaya tercih etmişiz aslında biz. Finansal bir fırsat gibi dahi düşünememişiz yüreğimizin kapısına kadar gelen kaçırdığımız, kaçırmakta olduğumuz ve daha kaçıracağımız sevdaları… Kış güneşimiz olmuş asıl sevilesi kişiler! Hayatımız bitmeyen bir koşuşturmaca, kalbimizde ise sürekli bir yarım kalmışlık hali…

Çilek tadında yaşanırken bir zamanlar sevdalar, mevsimsiz fırtınalar olmuşuz
şimdi; en güzel dalında yaprakları kurutarak savuran. Ne yaprağı anlamayı
denemişiz, ne de fırtına olmaktan vazgeçmişiz. Adamakıllı konuşamaz hale gelmişiz birbirimizle; derdimizi anlatamaz olmuşuz… Kapamışız kendimizi bir fanusa, gelene hep “hayır” demişiz. Gönülden gülemez
olmuşuz sonra. Unutmuşuz sevmeyi de sevilmeyi de… Korkmuşuz hep maskesiz
yüzümüzü göstermekten karşıya; kazanma şansımızı hiç düşünmeden, kaybetmekten ürkmüşüz. Belli ki gönlümüzü dört bir yanı kapalı, çıkış noktaları olmayan bir labirente koymuşuz; en büyük haksızlığımızı ise kendimize yaptığımızı
gözlerimizle görmeden…

Oysa bir tırtılın kelebeğe dönüştüğü o eşsiz anı yakalamak gibidir kendi
hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak. Ustalık ise o
olağanüstülüğün değerini zamanlı bilmekte.. Hayatın zalimliğine, çoğu zaman aynı
fırsatları sunmayacağına aldırmadan, her zaman bize cömert davranacağını farz
ediyoruz. Binde bir karşımıza çıkan sevgi ve aşk fırsatlarını ziyan ediyoruz
hep. Bedenlerimizi sapasağlam korumaya çalışırken yüreklerimizi paramparça
bırakıyoruz; ne uğruna neleri feda ettiğimizi kavrayamadan… Hoyratça
kullandığımız aşkların değerini kaybetmeden bilemiyoruz. ”Sakın beni bırakma!”
deyip sımsıkı sarıldığımız insanların avuçlarımızdan kaymasını sessizce
izliyoruz tepkisiz. Büyüdükçe akıllanacağımıza daha da çocuk oluyoruz
tatminsiz…

Nedense sorumluluk almaktan çekiniyoruz, güdülesi koyunlar gibi! Ne, ne
yaptığımızın bilincindeyiz, ne de yapmakta geç kaldığımız eylemlerin! Fütursuzca
yaşarken sevdaları aslolanı soramıyoruz kendimize. Dürüstlükten uzağız; aynanın
karşısına geçip yüzleşmekten, kendimizi kendimize itiraf etmekten aciz… Kim
bilir artık kendimiz sandığımız kişi kendimiz bile değiliz…

Başak Ergenekon

Memleketim

Otuz yıl önce geride bıraktığımız sadece gençliğimiz değildi… Hatıralarımızı,
özlemlerimizi şekillendiren birçok şeyi de oralarda bırakmıştık…
Boynu bükük insanların gurbette nasıl hasret ağına düştüğünü, bilmeyen yok
gibiydi… Saklanan, okuna okuna iyice kırışmış mektuplarda memleket şekillenirken, hasrete hasret katan acılar, hastalıklar ve ölümler gözyaşlarına adeta kaynaklık yapıyordu…

Diktiğimiz çam ağaçları oralarda büyürken, biz buralarda yeraltlarında
parçalanan insanlarımızın anıları üzerine şiirler yazıyor ve ağıtlar
yakıyorduk…”Bugün yine güneş oralarda çam ağaçlarımızın üzerine doğdu “ diye, teselliler arıyorduk…

Buralarda neler sığmadı ki memleketin içine ? Hayallerden taşan, rüyaları
süsleyen, konuşmalarımıza renk katan anılar diyarı memleketim…
Kınalı ellerinde bocutlarıyla mahalle çeşmesinden su dolduran; cıvıl cıvıl
elbiseleriyle, şalvarlarıyla narin genç kızlarımız, güğümleriyle analarımızın
çeşmebaşı sohbetleri hiç unutulabilir miydi? Asla…
Adeta duyguların kuruduğu batı ülkelerinde bir şehrin, bir mahallesinde görmek
mümkün değildi bu manzaraları…

Akşam üzeri iş sonrası babalarını karşılayan çocuklar…komşusunun sevincine ve
acısına ortak olan insanlarımız… Birbirlerine “gûnaydın” demeyi külfet sayan insanlar arasında yaşarken memleketimin öten horozlarını dahi özlemenin bir meziyet olduğunu düşünmemek mümkün değildi…
Gözyaşlarımla başbaşa kaldığım zamanlarda, dışarıdan gelen bana yabancı
kahkahaların akislendiği yerlerde bacalardan bazan memleketim tüter, sabahları
güneş yerine memleketim doğardı… İşte akşamın olmasını istemeyişimin tek sebebi de bu idi..

Bu sebeple kendimi geceyarılarında dahi sabaha yakın hissederdim.
Şu an Ankara’nın göbeğinde bir hastanenin odasında yatan anama nasıl
ulaşamıyorsam beni Paris’te tutan acılardan da bu denli uzaklaşamıyorum.
Memleketim tablomdaki renkler üzerinde şekillenirken, şiirlerimin kaynağı,
duygularımın da sembolüydü…
İşte yaşadığımız yerlerde bizlere teselli veren, herşeye rağmen yaşama sevincine
ulaştıran bunlardı…
Benim güzel insanlarımın yaşadığı, güzel memleketim seni çok özledim.

PARİS – 15.11.2001

TRT ‘nin açtığı yarışma için tarafımca hazırlanan bu yazı ; 21.12.2001
tarihinde Sevgili Haldun KARABUDAK’ ın yöneticiliğini yaptığı “Memleket Saati”
proğramında okunmuş ve TRT tarafından ödüle layık görülmüştür.

Üzeyir Lokman Çaycı

Limon ve Erkekler

Tıkalı dört bir yanı. Yollara gidip gidip geri dönüşler var
hayatımızda. İlk başlarda hep aynı serüvenle başlar hayat, nedir o taki bir
karşı cinse vurulana kadar yaşamamış olduğumuzu düşünüp dururuz ama
zamanla onun bir aracı olacağımız aklımıza gelmez. Komiktir aslında
erkeklerin durumu kadınlar hep isterler ve her defasında daha fazlasını.
Tükenilir gidilir bir çok yazar bunu limon gibi suyunun bitmesi ve tek
damla kalıncaya kadar suyunun çıkması olarak ifade etmişlerdir. Hep önde
olan biz olduk önlerde, ne değişti hayatımızda hep erkek aldatır kadın
aldatmaz yaa arkadaş aldatmak tek kişiyle olan bir durum değildir ki iki
kişi gerekir. En büyük tehlike ise kadınların bu tip şeyleri kafamıza
zamanla yavaş yavaş kanımıza işlemeleridir. Bu konuda doğuştan
yeteneklidirler. Hakikaten farklıdırlar biz erkeklerden bu durumları bertaraf
etmek aslında çok zor değildir. Unutmayınız ki hayatta hiçbir z
aman hak edilen değerden fazlası başkalarına verilmez, verenlerin
durumu ortada. Yakinen tanıdığım çevremdeki arkadaşlarım durumsal olarak
hayatları ayrılıklardan sonra kabusa dönüşmektedir. Genelde ortada
kalırım iki tarafta arkadaşımdır. Kadınlar oyunu kitabına uygun olarak
oynarlar biz erkekler ise kalben yaşarız. Gelecekte ne olur yardıma ihtiyacı
olur mu, bensiz ne yapacak. Ben bu sorulara kısa öz bir cevap
verebilirim başka birilerinde hayat arıycaktır. Aslında sıkmak için yeni limon
keşfedecektir büyük bir ihtimalle de bulunacaktır.

Önder Sargın

Kurtlar Sofrasında Dört Yıl

Her mekân değişik bir anlam ifade eder bana, içinde yaşantım olduysa eğer. Hiç tanımadan sırf isminden dolayı önyargılı davrandığım ya da o tanıdıklık sayesinde fark etmeden ısındığım insanlar gibidir şehir adları da. Bazılarını hoş bir tebessümle hatırlarım; bazılarını da buruk bir tatla. Belki terk ettiğim, çekip gittiğim yeri de özlerim daha sonra; ama bu özlemlerimin zaman ya da mekânla ilgisi yoktur. O yeri değil; sevdiklerimi, onlarla paylaştığım anları özlemişimdir aslında; şehri ise sadece sevdiklerimi ve hatıralarımı içinde barındırdığı için özlemiş…

Kolilere koyduğum eşyaların karşısında durmuş artık geride bırakmaya hazırlandığım şehirde geçirdiğim zamanı, bu şehrin bana kattıklarını; ama daha çok benden çaldıklarını düşünüyorum dalgın dalgın. Bitkindim! Yorgunluğum sadece bedensel değildi şüphesiz; göç etmekten yorulmuştum ben, kırlangıçlar misali. Her ayrılık yeni bir başlangıçtı; bunu biliyor olmak bile nedense rahatlatmıyor bu sefer. İlk veda değil yaşananlara, ilk toplanışı değil eşyalarımın; fakat bu kez fena hırpaladı beni şehir.

Bana karşı galipti!!
Boş odanın içinde bir tur atıyorum yavaş yavaş; içindekiler koparılınca mahzunlaşıyor o da, sahibi gibi… Ellerimle leylak rengine boyadığım duvarlarını, ortasından geçen bordürler bile tamamlayamıyor artık. Boşalan aynanın yeri hesap soruyor sanki bana. Çerçevelerin içi boş, raflar sahipsiz, koridor yapayalnız…; inceden kulağıma gelen müziğin sesi ayrılık nameleri taşıyor.

Tamamıyla bana ait olan bu oda, bu ev ben kokuyor…
Ve sen, hatta sen bile özlüyorsun beni daha gitmeden…
Üstünü herhangi bir perdenin örtmediği, mahzun ve mahcup pencereye
doğru yaklaşıyorum daha fazla dayanamayarak; cam da hayatım kadar şeffaf ve
tüm çıplaklığıyla seriyor seni gözlerimin önüne…
Güçsüzsün şimdi bana karşı, gardını indirmeyi becerebildim; zaferini
ağız tadıyla yaşatmadım sana. Masken sonunda düştü ve bu düşüş hiç
beklemediğin bir anda kopardı beni senden. Gidenin hesabı, kimse tarafından
sorulmaz sanıyordun; ama ben gitmeden soruyorum sana o hesabı, hem de
hiç tatmadığın bir usulle!

Gelişimi hatırlıyorum sana dün gibi. Herhangi bir umut yüklememiştim
kendi yüklerimin içine. Hudutlarında olmamayı, hatta senden kaçmayı ne
kadar da istemiştim. Elim kolum bağlanmış, kapana kısılmış duygusuna
kapılmıştım. Alışmak zor olmuştu sana, oldukça uzun bir süre. Yeni bir mekân, yeni bir iş, yeni bir çevre, yeni arkadaşlıklar ve yeni bir yaşam…
Hayata yeniden başlamak ve geçmişi bir yerlerde asılı bırakmak bir
nevi…
Geldiğim yer gelmeyi hiç düşünmediğim bir yer olduğu için daha da zor
olmuştu; havana, suyuna, toprağına, sana alışmak herhalde. Kabullenmeyi
ertelediğimi gördükçe, sen de beni reddettin. Ve alışık olmadığım bir
yaşam tarzına zorunlu kılarak aldın intikamını benden.
Herkesten fazla benimle uğraştın sanki…
Herkesten fazla bana takıldı aklın…
Ve bir tek beni yenmek için uğraştın!
Ben seninle savaştıkça, sen benimle daha bir savaşır oldun…
Senin gibi küçük illere alışık değildim ben ve de küçük düşüncelere
sahip beyinlere. Hayali olmayan, hayal bile kurmaktan yoksun insanların
çoğunlukta bulunduğu bir gezegende, uzaydan gelmiş gibi hissettirmiştin
kendimi.

Önce asosyalliğinle boğmuştun ve ben üstüme bin tonluk bir öküz oturmuş
da altında bir gram nefes alabilmek için debelenip duruyormuş gibiydim.
Sürgün bölgesindeki mahkûmların çaresizliğinden farklı kılmamıştın
durumumu.
Algılamaya çalışıyordum etrafı, kişileri, zihniyeti…
Algılamaya çalışıyordum en çok da seni…
Herkesin kendi yaşantısını bırakıp bir başkasınınkinin derdine düşmesi
ve kimseleri tanımazken ben, herkesin hakkımdaki her şeyi en ufak
ayrıntısına kadar bilmek için olağanüstü çaba harcaması garip geliyordu ilk
zamanlar. Sen tutmuştun o insanları da bana karşı, şimdi idrak
edebiliyorum. Topraklarına yerleşen ya da buna niyet edenlere yaptığın gibi
beni de sınıyordun sürekli sinsice.
Oysa isteyerek gelmemiştim ben sana; sen beni bulup getirmiştin unutma!!
Zamanla alıştırmıştın bana kendini şehir; hatta doğal gelmeye bile
başlamıştı yadırgadığım, eleştirdiğim, kınadığım özelliklerin. Daha az
sıkılıyordum ahtapot gibi sarıldığını düşündüğüm senden ve de daha az
özlüyordum bırakıp da sana geldiğim yerleri.

İnkâr etmiyorum zevk de verdin, mutluluk da; onları benden almadan
önce. Sisli dağlar ardında ne zaman patlayacağı belli olmayan bir ihtişamla
gizlenmekteydin besbelli. Bilmeliydim asaleti de çirkefliği de bir
arada taşıdığını; öyle ya da böyle özünden, yaşantından bir şeyleri zamanı
gelince bana sunacağını… Ve sen bilmeliydin; gönül rızasıyla vermek
istemesen bile benim onları senden zorla alacağımı…
Anlıyorum ki şimdi, idam edilmeden önce son isteği sorulacağına inanan
bir suçlu gibi beklemişim ben seni bilinçsizce. Oyunlarını hep deneme,
güç gösterisi sanmışım beni ele geçirmeye çalışmak üzerine. İddia
olarak görmüşüm belki de; “Sen mi beni yeneceksin; yoksa ben mi seni
yeneceğim” diye.

Bana sormadan yaşantıma soktuklarını da öyle algılamış; öyle
değerlendirmişim hep. Sorgulamamışım; düşünememişim hainliklerini insanlara da
yükleyebileceğini! Aramamışım onlarda art niyet ya da senden bir soluk!
Hata etmişim. Dedim ya herkese, her şeye rağmen sen yendin beni…
Sadece günlerimi değil; yıllarımı geçirmiştim oysa ben seninle.
Dönüşlerim hep garip duygular içerirdi; ne olduğunu benim de tam çözemediğim.
Yaklaştıkça sana, uyku tutmazdı gözlerimi. Tabelanı her gördüğümde de
değişik bir kramp girerdi mideme, mutlulukla üzüntü karışımı. Senle de
olmazdı; sensiz de… Eroine muhtaç bir bağımlı gibi kopmak ister;
istedikçe daha da bağlandığımı hissederdim sana.
Vefasızlık ettin sen bana karşı, biraz da vicdansızlık. Aramızda oluşan
sürekli rekabete bir türlü gem vuramadın ve içinde büyüttüğün büyük
hırsa yenik düştün anlaşılan. Benim seni çözmemi ise hiçbir zaman
hazmedemedin; hep bir kamufle aradın kendine, dokunduğu cismin rengini alan
bukalemunlar gibi…

Oysa ben uzun süre önce seninle yarışmaktan vazgeçmiştim; sense bunu
beni kaybetmeden anlamakta geciktin!!
Büyük bir hüzünle gelmiştim; bambaşka bir hüzünle gidiyorum şimdi.
Ve biliyorum ki çok şey öğrendim senden hayata, insana dair!
“İhaneti de gördüm; alkışı da duydum” işte o misal.
Üzüldüm; ama sevindim de. Kırıldım; fakat baş tacı da oldum. Hayran
oldum; sonra iğrendim. Kimi zaman kazandım; kimi zamansa kaybettim.
Kandım, inandım! ÇOK Sevdim; ÇOK Nefret ettim!!
Dostluklar gösterdin bana, bildiğim hiçbir yapıya sığdıramadığım; ama
dostlar kazandırdın bildiğim her yapıyı içine sığdırdığım!!
Sonra daha çok Allah’a sığınır oldum sayende; yaşattığın
adaletsizlikleri, saygısızlıkları, riyaları, seciyesizlikleri, oyunları gördükçe…
İsyan etmiştim sana hatırlar mısın “Hak bunun neresinde?” diye.
Cevap verememiştin.
İnsanları kendi ölçülerimle değil de, kendi ölçüleriyle yargılamam
gerektiğine inanmıştım. Ama sonra…
İnsan olmayan insanlarla tanıştırdın beni; çoğu hayvanı ise kendim
kadar insan sandırttın hiç sebepsiz…
Siniye konulmuş bir kuzuysan eğer akıllı olmanın bir getirisi yokmuş;
öğrettin!

Kurtlar sofrasının en ihtişamlı parçalarından biri yaptın beni hiç
bilmeden; fark bile edemeden. Onlara ruhumu, banaysa aklımı yedirttin!
Savaştım; yine de var gücümle direndim sana ve yandaşlarına!
Doğruları sabitleyememekten, yanlışların doğruları götürmesinden,
menfaat ilişkilerinden, yozlaşmış karakterlerinden; ama en çok da yalanlarla
dolu düzeninden yoruldum!!
Gidiyorum işte…
Aldıklarımdan çok benden aldıklarınla; umutlardan çok hayal
kırıklıklarımla…
Sana rağmen eyy dostluğumu paylaştığım; ama benliğimi kirleten şehir…
Değişmeyen değer yargılarım, sahip olduğum inançlar ve geride bıraktığım
yalan bir hayatla…
Tek başına kurguladığın hayatını sana bırakıyorum şimdi seve seve.
Komedinde de, dramında da yerim olmasın mümkünse.
Anılarıma iyi bak; çünkü bir daha yok onlardan senin yaşayabileceğin.
Yanlışları yakalarken doğruların da değerini vermelisin.
Öğrettiklerimi uygula; bazen sen de yenilmesini bilmelisin.
Ve tek şey istiyorum giderken senden; Sevdiklerime iyi bak! Bir gün
gelirsem geri; onları senden almadan gitmeyeceğim…

Başak Ergenekon

Kristal Yangınından Düşen Aforizmalar

Yandığım doğrudur metanet denizlerinden…Her gün bir gülün derdindeyim…ne gören oldu ne de anlayan…bu yüzden kaçışlarım vardır kalabalık vadilerden kuytu aşiyanlara…bazen bir kuş kanadında , müşfik bir seslenişin ortasında …bazen de gülzarında bir rüyaya çıkıyor kapılarım…bütün bunlardan ne nur yüzlü kızlar ne de gül kokulu azizler bihaberdi…

Ne kadar Yusuf’uz ve ne kadar Yusuf’sunuz ! … Saf bir çocuğun kalbinden çıktım bu gece ben…çıkarken künefeciden… mesajında bütün güzellikleri buldum ben…kendimde miyim desem , değildim zaten…ayazların , parmak uçlarının ve en çok da bir gülün derdindeydim…

Yandığım doğrudur zindanlarında…olgunlaştığım da…aşk ile yanıp yakılan bütün insanları dinliyorum…herkes ağlayanım oluyor halime , ama merhem de olmuyor kimse…kokusunda kaldığım bir gülün uçurtma kanatlarındayım…kimseyi yaklaştırmıyor tahtına sevgilim… sevdiğim ne güzel… zindanım ne güzel…ne güzel rüyalarım…ne güzel…

Ne kadar Yusuf’uz kaçışlarımızla….düşündüm… ağladım bugün üç çeyrek güzelliğine…herkes güzel de bir ben miyim çirkin diye… bütün seslerin haykırışında isyanlar vardı ve sus dediler artık sus! Rüyalarımızı verdik ne güzel insansın diye…gelen geldi vereceğini verdi… sen de ver güzelliğini de…Nasıl olur dedim nasıl ?…olur olur dedi…peki tekrarından nasıl olur dedim…açarız önünü dedi…demek huzur ile kalktığım bu yüzden…ne güzel rüyalarında olmak…ne güzel…

Yandığım doğrudur hasretinden… arzu halimle gaflet ve delalete düştüm mü ben ?…zina ehli mi oldum ?… konuştum mu sustum mu ben ? söyle gül kokulu yar söyle ! ağlatıp da soldurdum mu ben?

Ağlayıp da solan bir benim… zindanlarında mutlu olan da ben ? ama yandığım doğrudur hasretinden…gafletlerden de kaçtığım doğrudur…

Ne kadar Yusuf’uz içimizdeki sese , soluduğumuz kafese…ne kadar rüyayız ilahi nefeslere…ne kadar gerçeğiz nefislerle…sahi biz ne kadarız ?… belki öğretilerimiz kadarız sokak uçlarında , belki üşüdüğümüz kadarız , aşk iklimlerinin köşe başlarında…zindanlara girebilecek kadar yumuşak huyluyuz belki…hatırda kalacak kadar yorumlardayız…ne kadar Yusuf’uz içimizdeki sese…sahi ne kadar Yusuf’uz

Yandığım doğrudur krizantem düşlerinde…aforizmalarda kaldığım doğrudur…yağmur hıçkırığıyla çoğaltıyorum gündüzümün en kuytu yerlerini…aşk ızdırabıyla aşıyorum rüyalardan kalanları…sabır diyorum her şeyden evvel sabır…sabır ey güzel sabır ? ne de güzelsin sen ulvi iklimlerde…ey güzel sabır !…

İlk ve son nefes kadar aralardasın…aşinalığım da sana , sabrım da…kararsız noktalarda kaldığım aşk ile yandığım kutsalın kıyılarındasın…lavların akarken ayak uçlarımdan denize kavuştuğum noktadasın…soğuk dalgalar kadar yakıcı lavlar korkusundan taşıp da coşan , ne çok öte aralardasın…elini açtın dua ile… her günüm Yusuf-33 diye…bekle beni bekle ! ateşinden korktuğum rabbimin sabrındasın…

Sufi’nin bir günü gibi yaşamamışsam bir ömrü , terk edilmiş cennetlerden ve ana rahmine düştüğüm günden beri elvedalarına ağlamamışsam , bir günü bir gül niyetine sevmemişsem , sesimde kalan sesini zina diye vermemişsem ve eğer ki zindanlarına mahkumum dememişsem , bir ömür bir gün olsa ne yazar…

Yandığım doğrudur ne kadar Yusuf’uz deyişimizden…bir güne niyet verdim Nurundan gülümsün diye…nurundan güller veresin…uçurtmanın ipinden tutulasın kuyruğundan ben jilet diye…reyhan reyhan kokulu öğretilerde kemaleti öğreten olasın… sen de zindanlarımda benim gibi Yusuf Yusuf kalasın…

Mehmet KelebeK

Kerpiç Betonu Döver mi?

Bor-kent, Termal-kent, Toki konutları derken, ilçemizdeki inşaat sektörün-den psikolojik olarak etkilenince, sektörde yerimi nasıl alacağımı düşünmeye baş-ladım. Termalkent için geç kalmış, Toki için finans yaratmanın dışında daha önemlisi, yapılan binaların biçimini, kat sayısını ve gelecekte sorun olacağı muhte-mel olan ilçemiz insanının “apartman kültürü” konusundaki olasılıkları beğenme-miş biri olarak ne yapacağımı düşünürken aklıma bizim “Kerpiç” evi onarmak geldi.
Aslında uğraşılacak yanı yoktu. Kerpiç halk arasında inşaatın hep aşağıla-nan, horlanan malzemesi idi çünkü. Kime sorsam; “yenisini yap daha ekonomik olur” diye mühendisvari görüş bildirdiler.
Kafam karışsa da inşaat deneyimime buradan başlamak zorunluluğu vardı. Ben de öyle yaptım. Yaptım yapmasına da bu “kerpiç” denen malzeme ne menem bir şeydi diye de araştırmaya giriştim ve şaşa kaldım !
Sen misin araştıran.
Etraftan etkilenerek benimde horladığım, aşağıladığım, kıymetini bilmedi-ğim kerpiç meğer şu an sadece bizde değil, tüm dünyada mercek altına alınmış ve bilimsel olarak incelenmekte olan bir malzeme imiş.
Kullanım tarihi oldukça eski olan bu malzemenin kullanıldığını ilk yerleşim uygarlıklarında görmek mümkünmüş. Mesela tarihi 9 bin yıl öncesine dayanan Konya yakınlarındaki Çatalhöyük’teki yapılar kerpiçtenmiş. Yunan mimarisinde de kerpiç yapıların hatırı sayılır bir yeri varmış. Geçmişten günümüze ulaşabilen kerpiç binalara en güzel örnek ise Van Kalesi imiş.
Kıymetini her ne kadar bilmesek de, uzmanlar ve Üniversitelerin İnşaat Fa-külteleri onu tekrar gündeme taşımak için uğraş veriyor. Depreme karşı betonarme yapılara göre iki kat daha dayanıklı olduğu yetkili ağızlarca deklere edilen Kerpiç, kullanışlı ve ucuz olmasının yanı sıra sağladığı enerji tasarrufu da cabası.
Dünya nüfusunun % 33’ü kerpiç yapılarda yaşıyormuş. Amerika’da özellikle zengin insanlar bu tür yapıları tercih etmişler. Rahatına ve konforuna düşkün var-lıklı kişiler, sağlıklarını düşünerek kerpiç yapılarda yaşıyormuş. Hatta bu malzeme ile dört kata kadar yüksek yapılar yapmak mümkünmüş. Arizona Eyaletinin nere deyse tamamı bu kerpiç yapılardan oluşuyormuş. Avrupa ülkelerinde de revaçta olan bu malzeme ile Yemen’de altı katlı binalar
bile yapmışlar.
Ülkemizde kerpiç ile ilgili çalışmalar İTÜ de 1970 yılında başlamış. Hatta bu Üniversitemiz kerpicin, çağımızın en iyi yapı malzemesi olduğunu söylemiş. Bu konudaki araştırmalar sürerken bir Profesörümüz, 100 kg. toprak, 22 litre su, 2 kg. kireç ve 10 kg. alçıyı karıştırmak suretiyle “Alker” adı verilen yeni bir kerpiç çeşidi üretmiş.
Karışım 3 dakika gibi kısa bir sürede mikserde karıştırılıp, kalıba oturtuluyor ve 20 dakika sonra inşaatta kullanılabilir duruma geliyormuş. Bilimsel araştırma yapanlar “bir taraftan çamur kalıba dökülürken bir taraftan da çabucak kuruyan Alker’le duvar oluşturulabiliyor. Zaman ve enerji kaybı en düşük düzeyde. İki kişinin yapacağı işi bir kişi yapabiliyor.” Şeklinde görüş açıklıyorlar. Geleneksel, bizim bildiğimiz kerpiç içine atılan yüzde 10 oranındaki alçı, bu yeni yapı malzeme-sinin suya karşı olan dayanıklılığını artırıyormuş.
İTÜ Türkiye’nin kerpiç mirasını korumak, enerji kaynaklarını tasarruflu tüket-mek, sağlıklı iç mekanın yapılabilir ve sürdürülebilir olmasına katkıda bulunmak ve yöresel malzeme ve insan gücünü değerlendirmek amacıyla tam 35 senedir çalış-malar yapıyormuş. Bu malzeme ile üretilen ev örneklerini de uluslararası platformlara taşıyormuş.
Özellikle 17 ağustos depreminde iyi yapılmış kerpiç mekanların ayakta kal-dığını tespit eden akademisyenler, “Kerpiç depreme karşı son derece dayanıklı bir malzemedir. Büyük depremleri çok rahat kaldırır. Bu, kerpicin yapısından kay-naklanıyor. Basınca tuğla ve betondan iki kat fazla mukavemet gösteriyor” diyorlar. İzolasyon kapasitesi yüksek olan bu malzeme, yapı dışındaki istenmeyen sıcaktan ve soğuktan mekanı koruyor.
Fiziksel ve kimyasal eskimeden korunmuş olan duvarda mikro organizmalar birikmiyor ve küf meydana gelmiyor. İlkel bir malzeme olarak gördüğümüz kerpiç meğerse neymiş. Maliyeti az, üretim tesisi kullanılmasını gerektirmeyen tek malzeme olan kerpiç, kendi evini yapmak isteyenlere öz olanaklarını ve ev sahibi olma imkanı veriyor ve geleceğin gözde malzemesi olarak görülüyor.
Ben başıma gelen ve hiç bilmediğim bir konuda bunları öğrendim ve sizlerle paylaşmak istedim. Bu hafta böyle. Hem deprem bölgesi olan, hem yarıdan fazlası kerpiç ev olan Emet’te, çelik konstiriksüyon binaları ya da plazaları mı anlatsaydım ?
Siz ister konu bulamadı deyin, ister züğürt tesellisi deyin, ister “ev yaparsan tuğladan, kız alırsan Muğla’dan” deyin.. Ne derseniz deyin ama, mutlaka,
Sağlıklı mekanlarda kalın

İbrahim Hügül

Kendimizle Yaşamak

Bugün sevgililer günü. Oysa sevgi bir güne sığdırılamayacak kadar
büyük . Sadece bir gün onu sembolleştiriyor. Belki de sembol imzası
oluyor. Sevgiyi içinde hissedip yaşayamayan çok kişi var. Sevgiyi
erteleyen, hayatı erteleyen ve bir gün baktığında yakalamakta geç kaldığını
görenler var. Sevgi içinde doğup sevgiyi hiç yaşamadan gidenler var.
Yüreğimizden sevginin eksik olmamasını diliyor herkesin sevgi gününü
kutluyorum.

Hangi birimiz kendimizi tam olarak tanıyor, duygularımızı tam anlamı
ile ifade edebiliyoruz ki? Kendimize yaklaşabiliyor muyuz gerçek
anlamda? Hayır. Kendimizden korkuyoruz. Duygularımızın bizi inciteceğinden,
isteklerimizin gerçekleşemeyeceğinden, inanmaktan, hayallerimizin bizi
terk etmesinden, belirsizlikten korkuyoruz. Korkmamayı denemiyoruz.
Oysa amaçlarımıza korkarak ulaşamayız. Korkularımızın amaçlarımızı
engellemesine izin vermemek gerektiğine inanıyorum ama sorumlulukların
korkusu ağır basıyor..

Yaşamak; yalnız nefes alıp vermek değil . Hissetmek, duymak,
düşünmek, düşüncelerimizi aktarabilmek, sevmek, sevilmek, kazanmak, kaybetmek, acı çekmek, üzülmek, geçmişle yüzleşebilmek, şarkı söyleyebilmek,
gülebilmektir gerektiğinde acılara….

Bomboş denizler ülkesi,
Bomboş mavilikler diyarı,
Sessizliğin dünyası,
Yalnızlık.
Bazen rakı dosttur insana,
Bazen insan dosttur insana,
Sıcacık kitap dosttur, yalnızlık dosttur,
İşte;
Dostum yalnızlıktır benim,
Çünkü daha çok beraberim.

İçimizde bir yerlerde paylaşamadığımız bir şeyler vardır. İşte orada
hep yalnızız.
Yalnızlığı yaşamak ile yalnız kalmak karıştırılıyor sanki. Bizi
korkutan yalnızlığı yaşamak mı yoksa yalnız kalmak mı? Aranıp sorulmamak,
kimsenin aklına gelmemek, yanınızda olan insanların bile fark etmediği
biri olmak bizi korkutan asıl sebep bu işte. Yanınızdakinin ne düşünde
ne de düşüncesinde olmamak, hatta sizin düşünce ve düşlerinizde de
yanınızdakinin olmadığını fark etmek ürküten gerçek ve işte yalnızlık.

Hiçbir şeye yakın değilsin
Ne de hiçbir şeyden uzak
Yakın sandığınla aranda
Sonsuz tane nokta
Uzak sandığınla aranda
Bir gülümseme mesafesi var.

Bir yazı içinde okuduğum bu dizeler çok doğru geldi bana. Uzak iken
bile yalnız olmadığını hissedebilmek ne güzel mutluluk. Bunu hissedebildiğin zaman yalnızlığı yaşamak güzel işte. Kendimizi zayıf ve güçsüz
hissettiğimizde kaçarız yalnızlıktan. Korkarız. Oysa güçlü ve güvenli
hissettiğimizde kucaklarız belki de yalnızlığı. Bir denge tahtası. Bir
ucunda yalnızlık isteği diğer ucunda yalnızlık korkusu. Bir taraftan
korkuyoruz bir taraftan içten içe özlüyoruz. Belki de içimizde besliyor
büyütüyoruz yalnızlığı.

Yalnızım! Bir saniye bile ara vermeyen
Otobüs gürültüsü arasında,
Yalnızım; Büyük ev ve apartmanlar arasında
Bir başıma,
Yalnızım;Yüzlerce insanın içinde
Tek başıma,
Sevmiyorum yalnız olmayı,
Çünkü;
Düşünmek istemediklerimi düşündürüyor bana.

Evet! işte bütün bu düşünceler içinde;
Yalnızlığımı yaşarken beni düşünen biri olduğunu hissettirerek yalnız
olmadığımı kabullenmemi sağladığın için;
Uzakta iken gülümseme mesafesi kadar yakın olabildiğin için;
sana teşekkür ediyorum

Aşk ile ilgili birkaç satır eklemek istiyorum. Bunları hissettiniz mi
bilmiyorum ama insanın içini sıcacık yapıyor. Çünkü bence aşk, İnsanı
gençleştiren, enerji veren, hayata pozitif bakmasını sağlayan, sevginin
temelini oluşturduğu tanımlanamayan duygudur. Sesini duyarsınız ya da
ismi geçer bir konuşma da yüreğinizin atış ritmi değişir. Göz göze
geldiğinizde ne yapacağınızı şaşırırsınız Düşünürsünüz, yüreğinize nasıl
ve ne zaman girmiş. Girmiş işte fark etmemişsiniz. Bazen öyle bir girer
ki ne yapsanız çıkaramazsınız. Sizin bir parçanız olmuştur. Yatarken ,
yemek yerken, kitap okurken, film izlerken birden, hesapsızca geliverir
aklınıza. Dudaklarınızda bir tebessüm oluşur, fark edersiniz. Ve birden
özlediğinizi hissedersiniz. Ya çok uzaksa. Ya da elinizi uzatsanız
tutacaksınız ama ulaşamayacağınız kadar uzaksa ne hissedersiniz ? İçinizde
bir boşluk, yüreğinizde bir fırtına, dudaklarınızda isyan.
Aşk öyle karmaşık bir duygudur işte..Nedeni, nasılı, niçini yoktur.
Birden olur her şey hesapsızca. Kendinizi onu düşünürken
buluverirsiniz. Dinlediğiniz şarkıda, okuduğunuz kitapta, baktığınız yüzde o vardır.
Herkes de ondan bir şey görürsünüz. . Onu gördüğünüzde vücudunuzda
alışık olmadığınız değişimler yaşar, hissedersiniz. Kalbiniz yerinden
fırlayacakmış gibi çarpar. Tüm benliğinizi tatlı bir ürperti sarar. Nefes
alışınız hızlanır, elleriniz titrer, sözleriniz boğazınızda düğümlenir.
Hep onu görmek, onunla olmak istersiniz. Onunla olduğunuzda zaman nasıl
geçer fark etmezsiniz. Saat sanki maratona çıkmıştır.

Seni düşünürken yıldızlar daha parlak
Renkler daha canlı
Yaşamak daha anlamlı
Sensiz kalmak nefessiz kalmak gibi

Zehra Akçakaya