Kategori arşivi: Denemeler

denemeler

Yağmur Delisi

YAGMUR DELISI…. Bir deli yagmurdun sen . yagisini,tepeden tirnaga beni sirilsiklam yapmani severdim. her damlan içimeislerdi,her damlan yüregime akan bir nehire dönüsürdü. O islak halime bile tir tirtitrerken , bir tek damlani bile kaçirmamak için çaba kapanmazdim hiç biryere . Yagmurdan sonra üsümeyi kim severki ? iste. Bir yagmur dbagilisinadönüstürmüstün beni. Sen yagdigin zaman elinde semsiyeyle gezen, kaçisaninsanlari gördükçe öfkelenirdim.Seni hissetmeyen insan neden yasar kidünyada ? Sonra dagilirdi öfkem ve gururlu bir gülüs kaplardi yüzümü. Hiçkimsenin fark etmedigi o güzel islakligin tek sahibi bendim. Bu beni hepsindenfarkli kiliyordu. Onlar sirdanadi ,ben farkli . Uçurumun dibindekiyanliz çiçektim ben . Tek besinim yagmurdu. Yagisini beklerdim.Kurak günlere,ayaz gecelere inat hiç bitmeyen bir umutla beklerdim seni. Kapardimyapraklarimi, bükerdim boynumu direnmek için . Umudun yitip gittigi günler de olduelbette. Bekleyisin iskenceye dönüstügü zamanlar da oldu. Yagmamaihtimalin yoktru ama ya ben sabirsizdim, ya da sen yagacagin zamani çok iyibiliyordun.Ben bunun rahatligiyla hiç solmayacagimi düsünürdüm. Yagacaginibilerek özlemin tadini da sevdim ben .Benimle birlikte bekleyen diger yanlizçiçekler ”Artik yagmayacak ” diye kendi yagmurlarindasn ümidikesmisken ben ”durun derdim onlara benim yagmurum hepimizi hayata döndürmeyeyeter…” Öyle kivaminda yagardin ki, ne sel olup kikardin duvarlari ne bir kaçdamlayla kandirdin dünyayi. Hep ”sükür” dedirttin . Seni tasiyanbulutlar da hiç sihay olmadi .Yakismazdi sana kara bulutlardan düsmek dünyaya.Aydinligini verdin, beyaza boyadin onlari . Bu yüzden hiç bir zaman için yikimolmadi yagisin. Yagisindan sonra gökkusagina dönüsmeni de sevdim. Herdamlan baska bir renkti çünkü. Gözlerimi alamazdim o renk cümbüsünden.Çabuk kaybolacagini bildigim için bir saniye ayirmazdim gözlerimi senden.Sonra günes yükselir, sonra sen çekilirdin. Ama her gidisin yenidendöneceginin müjdesiyidi ben bunu bilirdimim. Bu aralar bazi yerlerde kurak günlergeçiyor. Ne bulut var, ne de yere düsen bir damla. Ben yine direniyorum amasen o kurak yerlere yagmakta geciktin ey yagmur!!!… Sitemedir sanma,vardir bir bildigin ama düsün ki sen olmasan solup gidecegim bu dünyada .yagve berni sirilsiklam et
beni . BEN ÖYLE TUTUKLU , ÖYLE YAGMUR DELISI ….

Düşünceyüreği

Vazgeçemediğim Fakat Ulaşılmazımsın

İnsan sevdikçe tanır kendi benliğini psikolojide.Bende seninle konuşurken yaşamın tadına varıyorum.Yaşamın tadı,var olduğunu ve birşeylere değdiğini hissetmek.Günlük yaşamdan çok farklı arada bir çıkar davası yok sadece sen ve ben ikimiz istediğimiz için burdayız. İşte benim istediğim sistem bu olmalı sömürüsüz, duyguların ve düşüncelerin esaret altında olmadığı bir dünya..
Gülümsemeni anlatabilmeni isterdim,yanaklarındaki tebessümüde. Helede
gözlerin masmavi ve masum olmalılar.
Korkularım var yarınlardan ama unutmamak gerekirki yarınlar aydınlıklarla dolu.Yarınlar senin, senin ve sevdiklerinin.(Derim hep geceyi hiç sevmem.Tek istediğim avuçlarında kalmaktı,avuçlarına sığamasamda düşlerinde gezerim. Unutmaki yüreğim sadece senin. Ama sendeki yürekte bana ait bişeyler yok, o yürek başkasının istesemde istemesemde..ve her akşam giderken yüreğime basa basa gidiyorsun..
Yaşama başladığımızda herbirimize birer ıslak mermer ve ona işleyebileceğimiz avadanlıklar verilir.Bu mermer blokları kimimiz işlenmemiş el değmemiş biçimiyle ve tüm ağırlığıyla arkamızda sürükleriz ya da parçalayıp çakıl taşı gibi döker yerelere saçarız, yada görkemli bir biçimiyle onu işleriz., ona ve dolayısıyla kendi yaşamımıza örnek oluşturacak bir biçim ve anlam veririz..
Nedenli nitelikli ve hak eder olursak olalım iyi bir yaşama ancak bunu kendimiz ona sahip olma iznini verdiğimiz zaman ulaşırız..
Kolay yaşam hiçbir şey öğretmez.Her güçlü düşünce kesinlikle hayranlık uyandırır.
Dünyada kalış sürecimizi tamamladıktan sonra önemli olan tek şey sevmeyi ne denli başarabildiğimizdir..
SEVGİ..
Bazen umuttur tren garlarında, bazen gemidir limanlarda
SEVGİ..
Bebelere benzer derler bebelerin avuçları pembedir çünkü hiç haram tutmamıştır..
SEVGİ..
Bulamazsın buluncada ulaşamazsın.
Yanarsın,tutuşursun feryadın göklere ulaşır …
VAZGEMEDİĞİM FAKAT ULAŞAILMAZIMA…

Nur Tanesi

Var Olacak Kadar Çok Muyuz?

Bir parkta oturup, kim bilir hangi serüvende kendini ve hayatı sorgulayan bir adam aynen şu cümleleri tekrarlıyordu…

“Bu hikaye bitti, bitti!Ah, mutluluk neymiş anlayamadım”. Kendini ve hikayesini
not alan sessiz yazardan henüz haberi yoktu”.

Adam kendini ve hayatını belki de ilk defa çekinmeden soruyordu. Bir adamın derin düşünceleri, sorgusu, ve derinlerde kayboluşunu ‘ekranlarınıza’ getirmekten onur duyarım. Özay Film sunar…

“Hayat birçok sürprizleri bünyesinde barındıran bir haindi. Yolcular üşüyor, çocuklar hastalanıyor, palavracı siyasetçiler pembe tablolarla ömür geçiriyorlardı. Burası Anadolu’ydu. Gerçeği yaşayan, “yalanı” söyleyenlerle doluydu etrafım. Açtım, sigarasızdım. Beynim soğuktan olsa gerek pişmanlıklarımı bana anlatıyor ve incitmeden küfürler savuruyordu. Hayat neydi?Sürekli bir yerlerinizin kanatıldığı bir ring mi?Neydim ben?Buralarda ne işim vardı?”

Böylelikle kendine en zor soruyu soran adam, o dingin adam, kendi hikayesini derin derin merak ettiriyordu. Hani tabiri caizse çok toz yutmuştu, hırpalanmıştı, belliydi. Omzunda henüz kalkmış bin yıllık yükü vardı sanki. Uzun uzun düşünüyor, sanki başkası kulaklarına fısıldıyormuş gibi devam ediyordu, soluksuz ve bozuk bir kaset gibi takılıyordu.

Neydi onu bu kadar rahatsız eden? Hiç rahatsız olmamak mı? Belki de evet. Hayat bir film gibiymiş. O kadar gerçek, o kadar yalancı ve o kadar geçici. Belki de haklıydı. Adam belki de hiç olmaması gerekecek kadar haklıydı.

Neden sonra devam ediyor yalnız adam;
“Buldum” diyor “hayatın manasını buldum”. Ve o korkunç gerçeğimizle yüzleştiriyor bizi; “İnsan doğada hep ne araması gerektiğini arar. Ömrü ve beyni ne araması gerektiğini bulmaya yeterse benim gibi tımarhanelik olur”.

Yıllar önceydi bu “ADAM”la tanışmam. Konuşmasını ve gerçekliğini kıskandım. Söyledikleri ve yaptıkları cesaret istiyordu. Onun kadar gerçekdaş değildim. Zaten olsaydım, ömür boyu bu soruları düşünüyordum. Kendime bir yalan söyleyip soruların tümünü sildim. Tüm insanlar gibi. Eğer cesur düşünseydim, O SORULARIN TEK BİRİNİN cevabını bulmak için yıllar verirdim. Bu yalnız adam öyle okkalı sorular soruyordu ki. . . Belki de hiç bilinemeyecek kadar zor. Her soruya verdiğin cevap içinde daha büyük sorular uyandırıyordu. Hani çığ gibi büyüyordu. İşte onlardan not alabildiklerim.

“Bir insan kendini ne kadar tanıyabilir?Bence gerçek odur ki sen kendini bir başkasından daha az tanırsın. Beni en çok yıpratan şey de bu. Kendine bu kadar yabancı olan bir sefil, kendini tanıyamayan bir sefil kimleri tanısın? Kimlere kendini tanıtsın? KENDİNE GÜVENMEYEN KİME GÜVENSİN?

Bir insan ne kadar istese de ancak karşıdan görülebildiği gibi midir? Gerçek nedir? Kime göre değişi? Heh. . Benim ki de soru ha! Gerçek bu, kime göre değişmez ki? Gerçek değişiyorsa aslında gerçek değil midir? Yalan ve gerçek birilerinin uydurduğu değerler silsilesi midir? Şu an var mıyız? Yok muyuz?Var olduğumuzu da, yok olduğumuzu da ispatlayabiliyorsak, İSPAT NEDİR? Var mıyız? Yok muyuz? Aslında var mıyız? Yoksa aslında yok muyuz? Asl olan ne. !?. Düşünmeliyiz uzun uzun, ACABA VAR OLACAK KADAR ÇOK MUYUZ?
Şimdi soranlar olur. . Bu hikaye ne kadar gerçek? “Cevap belki de hiç yaşanmamış kadar gerçek”. “Hiç yaşanmamış gerçek var mıdır?”. “Yaşayan gerçek , yaşamayan yalan, yaşanmamış. . yaşayacaklar da var…offf…. “Böyle kıvranmaya başlar insan. Tavsiyemdir. Her zamanki gibi yapalım “bunlar boş işler, safsata”, “KAFA YORMAYA DEĞMEZ. ” Diyelim, tıpkı her zaman ve herkeste olduğu gibi….

Murat Özay

Sönmüş Izgarada Laf Çevirmek

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken,Yaşlı bir adamın biricik oğlu varmış.Onu herkezden her şeyden sakınıp saklarmış.Asla bir iş yaptırmaz oğlunun yorulmasını bile istemezmiş.Yaşlı adamı oğluna bukadar düşkün yapan şey aslında eşine ölürken ki verdiği sözmüş.Başkada hayatta kimseleri olmadığı için oğlunu hep gözünün önünde olsun istermiş.Bu olayı okadar abartmış ki yaşlı adam,oğlunu okula bile göndermeyip kendisiyle beraber işe götürürmüş.Kasabanın nalbant ustasıymış o sıralar hemde oldukça hatrı sayılır,işini iyi yapan birisiymiş.Ancak burada bile oğluna kıyıp iş yaptırtmazmış.Geceleri bir öğretmen gibi kıyamadığı oğluna okuma yazma öğretirmiş.O dönemde sokak çeteleri çok yaygın olduğu için onu kasabaya alışverişe bile yalız göndermezmiş.

Derken efem günler dönmüş aylar olmuş aylar yıllara dolmuş küçük oğlan yağız bir delikanlı olup çıkmış ortaya.Boylu poslu enli endamlı yakışıklımı yakışıklı olmuş.Ama malesef her şey var gerisi yokmuş.Genç delikanlının elinden bir iş gelmezmiş.Eee dedik ya zaman geçti diye,yaşlı adamda pek yerinde saymamış hani.Epeyce elden ayatan kesilmiş artık.Hayatta tek varlığı olan oğlunun eline kalmış.Ama genç delikanlı ne yapsın,babasınamı baksın,dışarıda yüzyüze kaldığı hayatımı tanısın yoksa gidip kendine bir işmi arasın?Kabuğundan çıkamamış salyangozlar gibi hisedermiş kendini.Ve nereden başlayacağını bilemediği için bocalayıp dururmuş.

Bir gün genç delikanlı eve geldiğinde,babasını yatağında çok bitkin bir vaziyette yattığını görünce koşarak yanına gitmiş.<İymisin neyin var> diye sormuş delikanlı.Babası sesini çıkartmamış.Oğlu birdaha sormuş yine ses yok.Ancak yaşlı adam ölü değilmiş neden susarmış peki diye düşüne dursun oğlu.Kahraman genç delikanlımız tüm gayretini toplayıp yataktan doğrulmuş ve üstünü giyinmeye başlamış.Oğlu hayretler içinde babasını seyrederken bir yandan da < baba neyin var bir şey söylesene >diyormuş.

Genç delikanlımız bir hışımla epeydir kapalı olan nalbant dükkanına gitmiş tabi oğluda peşinden.Yaşlı adam hem nal çakıyormuş hemde biryandan mırıldanıyormuş.Oğlu daha fazla seyirci kalamamış babasının o bitkin o bezgin tokmağı sallayışına ve gidip elinden alıvermiş.Sonrada babasını itekaka bir sandaliyenin üzerine oturtup,nalı kendisi çakmaya çalışmış.Babası halen söyleniyormuş ama.Bir iki başarısız denemeden sonra sinirleri iyice bozulan genç babasına dönüp < yeter artık baba ne olur bir şeyler söyle.sabahtan beri mırıldanıp duruyorsun,ne dediğin anlaşılmıyor. >demiş.

Yaşlı adam sonbir gayreti ile ayağa kalkmış ve önünde duran oğlunun omzuna elini koyup< Bak oğlum;ben bunca sene seni anasız büyüttüm.Seni her şeyden herkezden koruycam diye sözverdim karıma.Ama bunu sanırım biraz ben abarttım .Seni korumak uğruna ne okula gönderdim ne arkadaş edindirdim ne de iş öğrettim.Şimdi koca delikanlı oldun ama kendine bile faydan yok.Bunu sana söylerken kendimden utanıyorum aslında.Sebep benim çünki. >der ve ekler < demin mırıldandıklarıma bakma sen. BEN SÖNMÜŞ IZGARADA LAF ÇEVİRİYORDUM >der ve oğlunun gözlerine bakıp sorar < anlamadın değimli oğlum? >
< o sönmüş ızgara sensin oğlum > der yaşlı adam.

*Sanırım bu masaldan sonra hiçbirimiz sönmüş ızgara olmak istemeyiz.Kabuklarımızdan vakti zamanı gelince sıyrılamamanın vermiş olduğu sıkıntıyı anlatan kısa bir masaldı bu aslında.Elbetde ki kabuklarımızdan öyle bir çırpıda kurtulup hayata atılamıyoruz.Ancak bu amaç için araçlarımızı iyi seçip doğru kullanırsak neden salyangoz gibi gereksiz bir ağırlık taşıyalım ki?
Hayatta tüm engelleri dikene benzetirim ben.Neresinden dolanırsan dolan mutlaka bir çizik alırsın.Peki asıl sorun o dikenlerin oluşumu yoksa onlardan çizik almadan nasıl kurtulacağımızı bilmeyişimiz mi?Her dikene bir amaç kaptırırsak sonuca nasıl varırız sizce?Şimdi panik yapmadan bu dikenlerden nasıl sıyrılacağımızı bir düşünelim.Eldekileri değerlendirmekle başlayalım işe.Neyimiz vardı?*HEDFLERİMİZ
——————————————————————————var
*AZİMLİ BİR RUHUMUZ
—————————————————————– var
* DURGUN VE SONDERECE AÇIK BİR ZİHNİMİZ
——————————-var
*İÇİMİZDE BAŞARIYA AÇ SEVGİ DOLU BİR ÇOCUĞUMUZ ———————var
VEEE
*PRANGALARDAN KURTARMAK ÜZERE OLDUĞUMUZ DÜŞLERİMİZ——var

Şimdi işe kabuklarımızı kırmakla başlamaya ne dersiniz?Önce bir gereksizlerimizden sıyrılalım hayata dik duralım.Biz neymişiz görsün bir hayat.Eğileceksek bu saygıdan olmalı hayata.Güç içimizde ve bizde korlanıyor şu an.

Hiç kendimizi kandırmayalım.Kayıpsız hiçbir savaş kazanılmadı kazanılamaz.Bu sebeple yolumuza çıkan dikenlerden korkup geri dönmek olmaz.Üniversite sınavını kazanmak istiyorsan o işe yönelip o işe konsantre olacaksın,sporcu olacaksan çok beden çalıştıracaksın.Hiç bir zafer durduk yere gelmez.Toplumda ne kadar hedefleri olan bireyler olursa okadar çabuk dikenleri tüytüy yapabiliriz.Bu tüylerinde bizim zafer karşısında haklı gururumuzu gıdıklaması hoşumuza gider doğrusu.

Yani toplumsal bilinç ne kadar üst seviyede olursa başarı okadar zahmetsiz gelecektir kuşkusuz.Öyleyse kendi gelişimimize niçin arkadaş,akraba,dostlarımızıda katmayalım.Bu hayata karşı bir eylemse evet eylem yapalım.Yeterki istediğimizi alalım hayattan.Yeterki şu dikenlerden oldukça kayıpsız kurtulalım.

Beynimizi nekadar bedenimizde tutarsak okadar iyi çalışacaktır bu kumanda.Yaptığımız işe,hedefe yönelik tüm benliğimizle kanalize olursak dikenleri tüytüy yapmak çok basit olacaktır bizim için.Sadakatsiz bir başarıya hayatımızda yer yok.Bunun için hayatın bize oynayacağı tüm oyunlara göğüs germemiz gerekicektir.

Sıra hayata pozitif yönden bakmaya geldi.Önce kendimizle iyi geçinmeyi bilmeliyiz.Her sabah uyanırken kendimizi biraz şımartıp günaydın demenin,aynada yüzümüzü yıkarken tenimizi biraz okşamanın ne sakıncası olabilir ki.İnsan bütünsel ve kusursuz bir varlıktır.Bizim kıymetimizi yine biz bilmeliyiz.Bu bakış açımız sonuca yönelik amacımıza,amaca yönelik aracımıza,araca yönelik planlarımıza da yansıyacaktır.

Kısa lafın uzunu;Boş katık mideyi yorar,onun içini doldurmak uğraş ister,emek ister,yorulmak ister,zaman ister.Ya şimdi boş katık yiyeceğiz ya da yeniden korlanmış ızgaramızda hayatı şişe takıp çevireceğiz…

Dikenlerinizin tüy tüy olması dileğiyle…..

Eray Çetinkaya

Son Bahar

Bazen büyük bir yalnızlık hissederim; içimde yumru olmuş kocaman bir
boşluk! Sebebi bir mi birden fazla mı bilmiyorum; ama o tüm ağırlığıyla
orada ve hayata dair her şeyi anlamsızlaştırıyor aniden…
Kendimi sorguluyorum çoğu zaman. “Ben hala ben miyim?” diye. BEN HALA
GERÇEK BEN MİYİM? Kim bilir… Bu soruyu kendim bile cevaplayamıyorum
artık!!
Nedense acı çekmeyi sever oldum son zamanlarda; oysa daha fazla
üzülmek istemediğimden eminim.
Sonunda mutlu olacağıma inandığım için mi bu acı çekiş; yoksa
mutluluğu hak ettiğine gerçekten inandığım bir insanla birlikte olma arayışı
mı? Bilmiyorum… Karşılıklı terapi gibi. Boşa geçen zamanları,
kırılmışlıkları yapılandırmak istemem!!! Çözümsel bir kuram sanki¸çözüme
ulaştırabilecek güçte olabilirsen tabi…
Sonbaharı özledim!! Hüzünlü; ama esen rüzgârda farklı bir huzur
bulduğum SONBAHARI. Yazın ateşiyle yanmış gibi kızıla çalan yaprakları ve
bana ayrılıkları anımsatan sarı kardeşlerin, yağmurdan sonra kokusuyla
büyüleyen toprağı, arada bir hafifçe ürpermene yol açan ılık rüzgârı ve
oyunlarının son demlerini yaşayan çocukların her kötülükten arınmış
neşeli kahkahalarını…
Sanki o esinti tüm mutsuzluğumu, yalnızlığımı; ama en önemlisi hayal
kırıklıklarımı alıp götürecek…
Belki de hissettiklerim soğuk kış bastırmadan yapılan hazırlık; ya da
tatlı yazın sona ermesinin verdiği dinginliktir. Zaten benim için hayat
da o geçişlerde ayakta kalabilme; Sonbahar rüzgârına kapılmadan ondan
haz alabilme ve çetin kışa hazırlanabilme başarısıdır! BENİM SON BAHARIM
yazın güneşini, neşesini, canlılığını; kışınsa soğuğunu, kasvetini,
ürpertisini verdi bana…

Başak Ergenekon

Siyah Elma Kurtlu Yumurta

Yıllar sonra”… Öyle bir söz öbeği ki bu, içinde, milyar gizem,
trilyon sır gizler…Öyle bir anlam taşır ki, bazen aynaya isyan ettirip,
tüylerinizi ürpertirken ,bir damla gözyaşıyla besler yüreğinizi….
Neler öğrenir insan ,yıllar sonra ? Ben neler öğrendim, 18 yıl sonunda?
Duvarda asılı diplomalar, insanıinsan yapmaya yetmez ; öğrendim ki öğrenebilmek
için yaşamak, yaşamak için sevmek lazım… Sevmek, şartlar ne olursa olsun…
İçte kurtlu bir elma taşıyanı da sevebilir insan, köpük köpük coşan ve coşturanı
da…. İkisini de sevmek , acıyı da mutluluğu da tatmak lazım… Farzedin ki
siyah yumurtaya çarptınız, kırıldı tüm umutlarınız zırhınız kum gibi ufalandı…
O sabah nasıl doğmuşsa güneş , o sırada yakacaktır bir sonraki günde de yanmak
isteyeni… Kurtlu bir yüreğe tutulmuşsunuz, siyah yumurta başınıza kırılmış,
koyu bir meltem tüm tohumlarınızı taşımış, başka bir umut diyarına… Ne
farkeder ki? Yine gökyüzü mavi, siz gri görseniz de… Nice beyinler vardır
mavilikte, sizinki engellense de…Önemli olan kedi güzüyle yürümektir
gecede… Emin adımlarla, alevlere meydan okuyarak geçebilmelidir insan,
elindeki gazyağlı lamba ile….
Endişe rüzgarı sarar derler, bir çöl fırtınası misali otuz beşe dayayınca
merdiveni…Hani şimşek sanılır ya patlayan her flaş… Bir korku sarar yüreği,
adını söylemeye varmaz dilleri, susar ve bekler… Sessizlikte … Nereye kadar
? Elbet bir gün kapımız çalınacak … Elimizden gelen bir şey yok , hayat devam
ediyor! Kim istemez sonsuzlukta yankılansın haykırışı? Kim istemez platonik
olmasın hiçbir aşkı? Kim isteyebilir rüyalarının yok olmasını aniden uyunınca,
ya da sabahın bir türlü uğramamasını kabuslara? Elden ne gelir,neler götürürken
zaman yaşamdan… Elden ne gelir…
Yıllar sonra öğrendim ki insan çürük bir kalbi olanca gücüyle
sevebiliyor, ölümü bile bile… Öğrendim ki kelebeklerin ömrü çok kısa ama
uçabiliyorlar maviliğe… Ve öğrendim ki… Siyah yumurta başıma kırılmış, elim
kolum bağlı, zincirlerimi elinde sıkı sıkı tutan dünya yine dönmekte, yine
dönmekte…

Ayşegül Şentuğ

Sevmeyi Bilmek

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, rededilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.’’
W. Shakespeare

Bir ninniyi kıskandıracak kadar güzel sesiyle çakıl taşları arasından
sızıp gelen su, çimenler, dağ çiçekleri, ceylanlar, kuşlar, denizler,
yeni doğmuş süt kokan bebekler, güller, toprak, rüzgarda nazlı nazlı
devinen yapraklar, ağaçlar, kısacası her şey. Ne yana baksam her şey bana
insanları anlatır. İnsanların inceliğini, duyarlılığını, insancıllığını,
sevecenliğini ululuğunu, yaratıcılığını, sanatçılığını.

Dünyada bunca yıkım, kıyım,zulüm,ihanet ve kötülükler olmasına rağmen,
yine de insanlar hakkında kötü düşünemiyorum. İnsanları öylesine güzel,
öylesine derin, anlamlı, zarif incelikli düşünüyorumki, onları güneş
gibi sıcak, toprak kadar vefalı, su kadar temiz, çimenler gibi zarif,
ceylanlar kadar güzel, kuşlar gibi özgür ve verimli bir toprak kadar ağır
ve olgun düşlüyorum.
Ya güller, gülleri anlatacak kelime bulamıyorum, o üstün gururlu,
minnet nedir bilmeyen, kendinden güzelliğinden emin, güller bana daima genç
kızları hatırlatır. İnce, hassas, kızararak bakan, soluveren,
hemencecik küsen, kırılan, tatlı bir söze gülümseyişe hemen açıveren yüreğini.
Güllerki her yaprağı binbir mana binbir renk, ahenk ve ifade dolu.

Savaşlar, silahlar, ölümler, iftiralar, intikamlar,
açlık, sefalet,ilkel ırkçılık,dini bağnazlıklar, kan, kin, nefret, bütün
bunlar beni hayal kırıklığına uğratsa da; her şeye rağmen insanları
güzel düşlemekten kendimi alamıyorum. Çünkü insanları yeryüzünün en
değerli varlığı olarak görüyorum. Vicdan, adalet, merhamet ve sevginin,
insanı insan eden ögelerin en başında geldiğini unutmayarak yaşıyorum.
İnsanı insan eden bir diğer öğe ise bilinç ve düşüncedir, duyguysa olaylar
karşısında ve yaşamda insanın yaşadığı acı ve sevinçtir. İyilik,
dostluk, güzellik, adaletli ve vicdanlı olmak salt insana özgü bir olgudur.
Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Aydınlık ve karanlık nasıl biribirinin
zıddıysa,
iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik de biribirinin zıddıdır. Ama
evrende her şey iç içedir ve beraber yaşar. Karanlık, kötülük,
çirkinlik nasılki körlüğü, cehaleti, zulmü, haksızlığı, adeletsizliği,
vicdansızlığı, sevgisizliği, hoşgörüsüzlüğü temsil ediyorsa. Aydınlık,iyilik,
güzellik de, bilgiyi,doğruyu, dostluğu, merhameti, dürüstlüğü, adaleti
ve vicdanı temsil eder. Unutmayalımki, tabiatı güneş aydınlatır, insanı
da bilgi. Bilgi eğer iyinin ve vicdanın hızmetinde ise hakça paylaşım
ve adalet olur. Yoksa, haksızlık, vicdansızlık, zulüm ortaya çıkar.

Yirmibirinci yüzyılda hala insanın inancına, diline,
kültürüne,bilincine, düşüncelerine, görüşüne ket vurarak, baskı uygulayarak
hakaret ederek bir yere varmaya çalışan sırtlanları anlamaktan güçlük
çekiyorum. Tertemiz bir suyu bulandırmak ne kadar kolaysa, bir insanı
dininden, inancından, renginden, dilinden,tipinden dünya, görüşünden
dolayı, hor görmek,küçük düşürmek, aşağılamak, iftira atmak da belki o kadar
kolaydır.
Önemli olan yaşamayı bilmek ve yaşarken de paylaşmayı,
dünyada her insanın yaşam hakkına saygı duymayı, insanları anlamayı ve
en önemlisi de hoşgörüyle bakmayı savunmak ve sevmesini bilmek. Her şey
son derece hassas ve basit. Zor görünse de. İnsanları diğer canlılardan
ayıran özellikler de bunlar olsa gerek…

Ama sırtlanlar gün aydınlığını sevmez. Güzellikler
onların meselesi değildir. Onların gülistanı çirkinliklerdir.
Nefrettir, kindir, düşmanlıklardır. Onların hiç kimseye merhameti, sevgisi,
saygısı olmaz, hatta kendilerine bile. Yürekleri, beyinleri, kan kin
nefretle doludur. Erdemleri namusları bacakları arasındadır,namusları kadar
beyinleri ve yürekleride kirlidirler.

Bence bu dünyada ihtiyacını duyduğumuz ve muhtaç olduğumuz en
önemli şey sevgi, dostluk ve hoşgörüdür. Küçücük bir tebesüm ve tatlı
dil, karşımızdakine verebileceğimiz en güzel hediyedir, unutmayalım.
İnsanlar sevmeli, şartlar ne olursa olsun insanlar sevmesini bilmeli.
Hayata hoşgörü ile bakılınca olaylara pek çok şey yumuşuyor. Bunu hepimizde
biliyoruz mutlaka, ama yinede söylemeliyiz biribirimize,
hatırlatmalıyız. Çünkü yaşamın tadı ayrıntılarda gizlidir, yaşamak sevmektir,
hissetmektir, anlamaktır.
‘’ Bir kızılderili dede ile torunu evlerinin önünde oturmuş,
biraz ötede boğuşan biri siyah digeri beyaz iki köpeği
seyrediyorlarmış. Torunu sormuş: – Neden iki tane köpek besliyorsun? – Onlar benim için
iki simgedir evlat demiş, iyilik ve kötülüğün simgesi… İyilik ve
kötülük de içimizde böyle sürekli mücadele eder durur. – Peki, sence
hangisi kazanır mücadeleyi? diye sorar. Bilge reis derin derin gülümser ve
derki, hangisi mi evlat? ben hangisini daha iyi beslersem o…’’
Sevgi, insanlara bağışladığımız bir duygu, bir
armağan. Bu yüzden bazen tek taraflı da olabiliyor ve bu yüzden bunu hiç
tanımadığımız insanlara da bahşedebiliyoruz.
Severek yaşamak güzeldir, severek yaşamanın güzelliğini ve önemini
farkedenler de güzeldir… Dünyada bir şey olabilmenin ötesinde çok daha
önemli bir şey var aslında; insan olabilmek. İnsan olabilmenin koşulu ise
tek; yüreğinde sevgi taşıyabilmek. Yoksa kim olduğumuz, nereden
geldiğimiz, hangi ülkenin pasaportunda adımızın yazılı olduğunun ne önemi var.
Bu dünyada sadece insan değil miyiz. Herman Hesse diyor ki,‘’Ben
vatanseverim ama, önce insanım. Her ikisinin bir arada yürümediği yerde daima
insana hak veririm’’ Başkalarının hep ayrılan yanlarını değil, birazda
ortak yanları ortaya çıkarılmaya çalışılmalı, sonradan yaratılan ve
dayatılan dil, mezhep, ırk, tarikat, kültür, bölgecilik şeyhlik
aşiretcilik gibi kavramlar yüzünden ve o kavramların kutsanmasından ç
ıkan savaşlara, katliamlara, haksızlıklara karşı durulması gerekmiyor
mu? İnsanlığın ortak değerleri olan hoşgörü, sevgi, saygı, barış,
özgürlük, bireysel hak, adalet gibi evrensel değerlere inanmakta kimin ne
zararı olabilir, insani duygulardan yoksun ve insanlıktan nasibini
alamamış sırtlanlardan başka.

Yılgınlıkların yorgunlukların damarlarımızda dolaşıyor olması
bizi bıktırmamalı ve de ilgilendirmemeli. Bize yüreğimiz gerekli,
sevgiyi görmek ve duvarını örmek için. Korkmadan, yılmadan bozgunlardan ve
sevgiyi kirleten yozluklardan.
Düşüncelerimiz, yargılarımız, önyargılarımız; ne kadar barajlar,
dalkıranlar inşa etsede o yakıcı yıldırımların beynimize ulaşmaması için, ne
kadar tarihsel, kültürel ideolojik gündelik paratonerimiz olsa da, bir
yerden sonra, en azından şöyle kendi yüreğimizle başbaşa kaldığımızda ,
eminim anlarız. Eminim anlarız, bir kez olsun, biz de yürekten o
soruları sorarsak kendimize, sormak durumunda kaldığımızı tahayyül edersek
hiç olmazsa.

Yaşama dair.
‘’Yaşamaya zaman ayırın, zira zaman bunun için yaratılmıştır…
Düşünmeye zaman ayırın, başarının bedeli budur…
Sevmeye zaman ayırın, güçlü olmanın kaynağı budur…
Etrafınıza bakmaya zaman ayırın,günler bencilliğinize yetmeyecek kadar
kısadır…
Terbiyeli olmaya zaman ayırın, insan olabilmenin sembolü budur’’…

Goethe

Anlatacak bir şeylerin varsa yarınlara
Okunmamış bir kitap
Söylenmemis bir söz
Yapılmamış bir resim gibi
Sevgi üstüne, barış üstüne, kardeşlik üstüne
Durma kardeşim.

Bir gül yaprağının ürpertisini duyabiliyorsan yüreğinde
Yaşamın güzelliğini, sevmenin inceliğini kavrayabiliyorsan
Ve varabiliyorsan dostluklarin yüceliğine
Korkma hiç bir yıkımdan, yüreğini ortaya koy
Çünkü sen insansın

Yeni bir şeyler bul kardeşim, yeni şeyler
Yeni güzellikler, yeni sözler, yeni sesler
Yazılmamış bir şiir
Takılmamış bir ad
Yakılmamış bir türkü
Yaşanmamış bir sevda gibi

Nuri Can

Sevgi Üstüne

Sevenlere değil, asıl dünyada sevmeyen, sevemeyen, sevilmeyen ve
sevmesini bilmeyenlere acımalı. Sevebilen insan yaşamı, yaşamın
derinliğini, kendini ve ruhunun iç derinliğini keşfeden insandır. Aşk
değil midir insanı erdemleştiren, güzelleştiren dostlar?
Derinliğimiz, güzelliğimiz aşktan değil mi? Oysaki aldığımız kültür,
içinde yaşadığımız sistem ve zaman o kadar sahte ki…
Gülüşler, dokunuşlar, bakışlar sevgi sözleri bile hepsi sahte geliyor
insana.

“Benliği hor ve hakir kılıp, insanı yükselten aşk ve sevgidir.
Onsuz bütün beden tamahtan ibarettir. Tamah ise alçaltandır. Sevgi
insanın, öfke ise hayvanın temel hasletleridir. Sevgi güneştir,
ama kusurları örtmede gece gibi olun!” der Mevlana.

Aşk hilesiz sevmektir dostlar ve sevgiyi taa ruhunun derinlerinde
hissedebilmektir. Bence sevebilen insan talihli insandır, güzel
insandır, erdemli ve saygın insandır. Saygınlığı ve sevilmeyi hak eden
insandır.
Yönünü sevgiye çeviren insan çevresine sevgiyle, saygıyla
bakmasını, yüreğini düşmanlıklardan, kirlerden; kinlerden
arındırmasını da bilir. Çünkü insanın içindeki canavarı dizginleyen bir
güçtür sevgi. İçinde sevgi, merhamet taşımayan insanın, acıma
duygusu da olmaz, düş kuramaz, düşünemez.. Dolayısıyla içinde
sürekli başkalarına karşı kin, nefret, kötülük besler.
Merhametsiz, acımasız ve zalim olur. Oysa ki, insan olarak her insanın mutlak
sevmesi, düş kurması, düşünmesi, gülmesi ağlaması gerekmiyor
mu? Hani ünlü bir söz vardır ” Yürek yanmayınca göz yaşarmaz.”
derler ya, işte onun gibi bir şey.

Ben insanın maddiyatına ve mevkisine değil, insanın kişiliğine,
insani değerine önem ve değer verilmesinden yanayım. Görünüşe ve
şakşaklara aldanmamak gerekir. İnsanın insani değerleri içinde,
ruhunda ve gözlerinde saklıdır. İçinde çirkinlikler besleyen
insanı hangi makam, hangi maske, hangi elbiseyle donatırsanız donatın,
çirkinliğini gözlerinden görürsünüz, bakışlarından
anlarsınız.

İnsanın niteliklerini ve sevme yetilerini geliştirerek
tırmanacağı yüksek düzeye; nitelik ve erdem basamaklarına ancak sevgiyle
çıkılabilir. Sevgisiz bir insan, vicdanını devreden çıkardığında
yapamayacağı haksızlık, yapamayacağı vicdansızlık,
düşünemeyeceği kötülük kalmaz. Yani sevgiyi, merhameti yüreğinden
dışlayan bir insan, alçalmayı seçmiş demektir. Vicdan devreden
çıkartıldığında, insani hiç bir parıltı, hiç bir değer kalmaz insanda
ve o insan alçalmayı seçmişse zaten ineceği düzeyin de sınırı
olmaz, alçaldıkça alçalır.

En sevilmeyen insan tipi i çıkarcı, yalancı, iftiracı, içten
pazarlıklı, hani derler ya saman altından su yürüten ya da yılan gibi
yanına yaklaşıp gizlice sokan, insani hiç bir nitelik taşımayan
yalaka tiplerdir. Bu tip insanlar her yerde mevcut. İhtiraslarına
ulaşmak için izledikleri yol, yöntem ve entrikalarla alçalabildikleri
kadar alçalırlar.

Sevgiden ve kitaplardan korkmamalıdır insan. Sevgiden ve kitaplardan
korkan kimseler, içlerinde aydınlık taşıyamazlar. Çağı da
yakalayamazlar. Günümüz insanının ve gençliği; bir tuzağa
düşürülmek isteniyor.Ucuz tv programlarıyla (kitaptan ve gerçek sevgiden
uzak), günübirlik aşk dedikodularıyla insanlar uyuşturuluyor.
Kendilerine ucuz, kalitesiz tv programları izlettirerek, insanlar okumaktan
uzaklaştırılıyor.Kitaptan yoksun yaşamak ise, insanlarının
doğruyu bulmalarını zorlaştırıyor. Oysa herkes biliyor ki, tarihte
yükselmenin, gelişmenin ve aydınlanmanın yaşandığı zamanlar;
yüreklerin kitapla ve sevgiyle beslendiği çağlardır. Savaş, karanlık,
cehalet ve düşmanlık dünyanın ve insanın başına sürekli
felaketler, belalar getirmiştir.
Sevgi ve vicdanınızla başbaşa kalın diyorum…

Halil Karanfiloğlu

Sessizliğin Çığlığı

İnsanın sessizliği değil midir çığlıkları başlatan; durduğu yer, baktığı an değil midir onu buğulayan yağmur gibi yeryüzüne yuvarlayan..
Sakin kokan bir günün içinde olamaz mı bas bas bağıran bir deniz, yok mudur
o dalgaların kalkmasının sebebi.. Susar susar insan hiç konuşmaz bazen,
bakar sadece uzun uzun, düşünür hep düşünür. Yumar gözlerini hayata, görmek istemez, duymak istemez hiç birşey, istemez etki, istemez rüzgar, korkar çünkü çığlıktan…
Sadece umuttur dediğim, ümittir aslında, kendine verdiğin umut kendinden
aldığın umuttur, bahsettiğim..

Rejy

Sensizlik Sessizliği

Günler günleri telaşla kovalıyor, aylar ayları takiple kapatıyor. Fakat yüreğim yırtıldığı, rüyalarım kırıldığı halde yine yoksun.
Yoksun kalan hicran derdimle, sensizlik sessizliğinde karanlığın giysisini
giyen gölgeni arıyorum. Ufukların kanlı yüzüne ismini ve cismini
sarıyorum. Gecenin karanlığına boğulan Üsküdar pencerelerini, gemilere
kılavuzluk yapan fenerle tarıyorum. Fenerler; rüyalarıma yavuz, biriken
gözyaşıma havuz, sensizlik körlüğüne kılavuz oldular… Kız kulesine
fırlattığım hüzün taşları, yorgun duvarlarının canı yanarak acımla feryat
ediyor. Deli dalgalar gözyaşımı yutarak, bilinmezlerin kara fanusunda
kapanarak iradem hapiste kaldı. Sensizlik sessizliğine gömülen,
kaldırımların kalabalığıyla sürülen ruhuma yaklaşarak bir santimde olsa tebessüm
ver, benliğinden bir gramda olsa bakış ser. Umutsuzluğun sıkan
cenderesinde boğulacak gibiyim, Uzakların bıkan enderinde ba
ğıracak gibiyim… Sana olan özlemim darağaçlı intizarıma dayanarak
gönül yasımla yandıkça yanıyorum, kalemim mürekkepler tutarak kanlı
hüzünle battıkça batıyorum, bedenim Karacaahmet’in ölüm soluğunda yattıkça
yatıyor. Düşlerim sönük, sözlerim donuk kaldı, beni benden aldın.
Dudaklarımı tellendiren melodiler, duygularımı seslendiren şiirler, ellerimi
terlettiren işaretler seni söyler bana. Ah..! sevginin çilesinde çiçek
bahçeleri kuruyarak kopan ızdırap çığlığım… Ah..! yaşamımın filesinde
topladığım dilek sayfaları tutuşarak deryanın serinliğine bıraktığım
küllenmiş kaşım. Ah..! hayatımın direğinde yükselen sevda kubbesi
yıkılarak koparılan başım. Ah..! zamanımın dişlerine atılan taşlar: Hep
seninle akar, yüreğim seninle bakar.

Özkan Karaca