Mevsimsiz Bir Fırtınadır Aşk

Biz ne dersek diyelim anlattıklarımız ancak karşı tarafın anladığı kadardır,
ulaşabildiğimiz yer ise asıl ulaşmaya çalıştığımız nokta olmaz çoğu zaman.
Amacımızı sorgularız! Beklentilerimizi… Doğrularımızı irdeleriz; daha sonra da
neyin kime göre doğru addedildiğini… Başımızı ellerimizin arasına alır, dalıp
gideriz uzaklara…

Birden fark ederiz ki hayat sınavlardaki gibi çözümsel değil, bir formülü yok
öyle elle tutulur, gözle görülür. Zira o, oldukça acımasızdır bizlere karşı;
toyluk zamanlarımızı, hatalarımızı fazlasıyla ödetir! Yanlışlarımız ödül bulmaz
dizilerdeki gibi. Ektiğimiz ne olursa olsun, öderiz o ya da bu şekilde… Dört
yanlış değildir bir doğruyu götüren; hatta beklenenin tam tersine bazen bir
yanlış dört doğruyu bile götürür…

Götürür götürmesine de yanlışın nerede, nasıl ve niçin yapıldığı anlaşılmaz bile
tarafımızdan çoğu kez. Yitip gidene, kaybedilene bakakalırız ağzımız bir karış
açık. Hatta yüzsüzce “Haksızlık” koyarız bunun adını. Yaptığımız yanlışın
arkasında durabilecek, ondan ders çıkarabilecek kadar bile insan olamayız!
Sevdalarda da bu böyledir. O çok sevdiğimiz kişiyi, üstüne delicesine
titrediğimiz sevdaları öyle tüketir, öyle yıpratırız ki… Zamanla karşı tarafın
duygularını, düşüncelerini, özlemlerini görmezden geliriz bencilce! Her şey
bizim istediğimiz zamanda, istediğimiz şekilde, ayarladığımız koşullarda
gerçekleşsin isteriz. İsteriz ki karşı taraf bize hiç ters düşmesin; ne
söylersek, ne dilersek koşulsuz kabul etsin. Bizden önce hiç yaşamamış sayarız
onu ve bizden ayrı bir hayatı da olmasın isteriz. Aşık olduğumuz, sevdaya
tutulduğumuz kişiyi bir başkasına dönüştürmek için çabalar dururuz bilinçsizce;
sanki amaç kimsenin onu bizim sevdiğimiz kadar sevmemesi, bizim gördüğümüz gözle görmemesiymiş gibi.

Deli divaneyken Mecnun misali, bir süre sonra anlam verilmez bir şekilde yetmez
olur kan verenimiz. Hiç doymayan aç kurtlar gibi hala bizim olmayanlara takılır
gözümüz. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacağımızın farkına
varamayız bir türlü. Hataların zincir halinde oluşmaya başladığı nokta budur
işte…

Telafi konusunda da o kadar beceriksizizdir ki, yanlışlarımıza yenilerini
ekleyiveririz. Sevda geçirmez yaptığımız kalbimiz adapte olamaz ödün vermeye,
yumuşamaz bir türlü. İçinden bir ses “Peşinden deli gibi koş, gitmesine izin
verme” dese de, zor gelir çaba harcamak… Konumumuz olur bahane, eş-dost ya da onurumuz yersiz yere yücelttiğimiz.

Sanırız ki kuru bir özür yetecek tüm kırgınlıklara… Sanırız ki kopan bir ipe
sıkı bir düğüm attığımızda tüm halatın en sağlam yeri o düğüm olacak ilerde. Hiç
hesaba katmayız ne kadar sıkı görünse de elimize aldığımızda canımızı acıtan tek
noktanın bize sağlam görünen düğüm olacağını…
Nedense hayatı sonsuz, fırsatları sayısız zannederiz! Heba etmeyi göze alırız
sevgimizle birlikte sevdiğimizi de…

Hayatın karmaşasında bizi ayakta tutabilecek tek gerçeğin “sevgi” olduğunun hala
kavranılamaması inanılır gibi değil. O kadar yabancılaşmışız ki Samimiyete,
Dürüstlüğe! O kadar yabancılaşmışız ki fark etmeden kendimize bile…
Hiçbir şeyin karşılıksız verilmemesini tasvip eder olmuşuz, ne acı. Dostluklar
unutulmuş, yardımlaşma ise masal! İyi niyet yok, içten davranışlar tutuk, bir
sonraki adımın peşinde herkes! Her şey oyun içinde oyundan ibaret ve kartlarını
açık oynayan yok. Senaristler hep bencilce başrolde; figüranlar sonuçtan bihaber
yazılanı oynama derdinde sorgusuz, sualsiz…

Sevdalarımız da böyle kısır döngü halinde. Sürekli almak ister gibiyiz hiç
vermeksizin. Hepimizin çıtası farklı olsa da, hedefe ulaşana kadar seferdeyiz.
Galip gelip de işgal edince bizim olmayan toprakları, sunulan meyvelerden
kaçıyoruz tam olarak tadına varmadan.. Korkuyoruz kendimizi kaybetmekten,
korkuyoruz sonuna kadar sevmekten, sevgimizi sevdiğimize göstermekten.
Hüzünlerimizi, acılarımızı bile doya doya yaşayamıyoruz; üstünü çikolatayla
kaplamış, yok saymışız onları, Pollyannacılık oynuyoruz…
Hayal ürünü kahramanlarla varolmayan sevdalar yaşıyoruz aslında… Aldatmacalar, yalanlarla örülü zamanlara tutsak ediyoruz yüreğimizi. Ama herkesten çok kendimizi kandırıyoruz biz. İçimizi ısıtacak Aşklardan kaçırıyoruz ruhumuzu!

Duvar örmüşüz önümüze; geçit vermiyoruz bizi insana çevirebilecek güzellikteki
hislere… Zırhımızı kuşanmış; kabuğumuzu çoğalttıkça kendimizi daha da güçlü
sanmışız. Olamıyoruz Çıkarsız, Net, Arı… Kalamıyoruz kimsenin karşısında
Çırılçıplak! Sevmeyi zayıflık sayıyoruz besbelli!
Haşmetli ve haşyetli dağlar yükseltmişiz yüreklerimizde kimselerin tırmanmaya
cesaret edemeyeceği. İzin vermemişiz hiç, zirveyi hedefleyenlere. Dinmeyen
fırtınalar yaratmış; kâh boran kâh çığ olmuşuz hayallerine… Ulaşılamaz kılmışız
kendimizi, aslında kendimize ulaşamazken. Buzullar kaplamış yüreklerimizi;
eteklerinde ise ot bitmez… Yapayalnız kalmışız doruklarda. Zaman geçtikçe
kapatmışız kendimizi güneşe bile. Kâinatı kaplayacak güçteki yüreklerimizde,
sevgi tohumları yeşermez olmuş. Baş başa kalmışız soğukla, yalnızlıkla…
Kendince bir açıklama bulmuşuz sevgisizliğe. Kiminde iş demişiz buna; çoğunda
da zaman. Doğru zamanı yakalayamamışız kendimiz için. Karşımızdakini de doğru zamana oturtmayı becerememişiz bir türlü. Maddiyata çevirmişiz yönümüzü. Küçücük kazançlar için seferber ettiğimiz benliğimizi manevi duygulardan kaçırmış, taşlaştırmışız. Parayı sevdaya tercih etmişiz aslında biz. Finansal bir fırsat gibi dahi düşünememişiz yüreğimizin kapısına kadar gelen kaçırdığımız, kaçırmakta olduğumuz ve daha kaçıracağımız sevdaları… Kış güneşimiz olmuş asıl sevilesi kişiler! Hayatımız bitmeyen bir koşuşturmaca, kalbimizde ise sürekli bir yarım kalmışlık hali…

Çilek tadında yaşanırken bir zamanlar sevdalar, mevsimsiz fırtınalar olmuşuz
şimdi; en güzel dalında yaprakları kurutarak savuran. Ne yaprağı anlamayı
denemişiz, ne de fırtına olmaktan vazgeçmişiz. Adamakıllı konuşamaz hale gelmişiz birbirimizle; derdimizi anlatamaz olmuşuz… Kapamışız kendimizi bir fanusa, gelene hep “hayır” demişiz. Gönülden gülemez
olmuşuz sonra. Unutmuşuz sevmeyi de sevilmeyi de… Korkmuşuz hep maskesiz
yüzümüzü göstermekten karşıya; kazanma şansımızı hiç düşünmeden, kaybetmekten ürkmüşüz. Belli ki gönlümüzü dört bir yanı kapalı, çıkış noktaları olmayan bir labirente koymuşuz; en büyük haksızlığımızı ise kendimize yaptığımızı
gözlerimizle görmeden…

Oysa bir tırtılın kelebeğe dönüştüğü o eşsiz anı yakalamak gibidir kendi
hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak. Ustalık ise o
olağanüstülüğün değerini zamanlı bilmekte.. Hayatın zalimliğine, çoğu zaman aynı
fırsatları sunmayacağına aldırmadan, her zaman bize cömert davranacağını farz
ediyoruz. Binde bir karşımıza çıkan sevgi ve aşk fırsatlarını ziyan ediyoruz
hep. Bedenlerimizi sapasağlam korumaya çalışırken yüreklerimizi paramparça
bırakıyoruz; ne uğruna neleri feda ettiğimizi kavrayamadan… Hoyratça
kullandığımız aşkların değerini kaybetmeden bilemiyoruz. ”Sakın beni bırakma!”
deyip sımsıkı sarıldığımız insanların avuçlarımızdan kaymasını sessizce
izliyoruz tepkisiz. Büyüdükçe akıllanacağımıza daha da çocuk oluyoruz
tatminsiz…

Nedense sorumluluk almaktan çekiniyoruz, güdülesi koyunlar gibi! Ne, ne
yaptığımızın bilincindeyiz, ne de yapmakta geç kaldığımız eylemlerin! Fütursuzca
yaşarken sevdaları aslolanı soramıyoruz kendimize. Dürüstlükten uzağız; aynanın
karşısına geçip yüzleşmekten, kendimizi kendimize itiraf etmekten aciz… Kim
bilir artık kendimiz sandığımız kişi kendimiz bile değiliz…

Başak Ergenekon

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir