Ne Olacak Halim

Sen bu satırları okurken ben cok uzaklarda olacağım…
Böyle başlardı bütün bildiğimiz mektuplar,
Biliyormusun? Bu ikimizin hikayesi,
Şu anda nerdesin, ne yapmaktasın;
Bildiğim yerlerdemisin yoksa hiç görmediğim bir evin penceresinde mi,
Sevdiklerin özlemi sardımı nicedir kalbini,
Pişman mısın başlamadıkların için, iç cekiyorsundur şimdi
Düşünüpte yazmadığın yazıpta yollamadığın mektupları saklıyormusun hala,
Kafanda hep aynı cümle biliyorum ne olacak halim,
Ah, biriktirdiğimiz bütün hevesler nasılda hızla tükendiler.
En çok kimi özledin, en çok neyi bekledin?
Şimdi düşlediklerimin neresindesin…
Dedim ya.
Bu ikimizin hikayesi…
Islandımız bütün yağmurları, dudak kanatan kalpli sızı aşklarımızı,
Bizi buluşturan kaldırımları,
İşte bütün bunları bütün bunları yazıyorum.
Ben unutmadım diye
Hatırlıyormusun sonunu değiştirmediğimiz filmleri
Hayatın gerceğidir sandığımız kabullenilmiş yenikliği
Bir ağızdan söylediğimiz en kahraman cenkliği,
Büyürken vazgectiklerimizi yada vazgeçittirdikleri seyleri,
Ne Olacak Halim…
Çabuk mu büyüdük dersin
Biliyorum..
NE Olacak Halim…
Sen bu satırları okurken, ben nerde olacağım kim bilir.
Neleri bırakmış olacağım birde,
Ne aşkları
Ne başlangıçları
Ne ayrılıkları tıpkı senin gibi.
Biliyormusun…
Tek sorum var kendimle şimdi

Ahhh
Ne Olacak Şimdi Halim….

İclal Aydın

Seni Seviyordum

Seni seviyordum ve senin haberin yoktu.

Saçlarını izliyordum uzaktan, kulağının arkasına
düşüşü ve burnun herkesten başkaydı işte.
Güldüğün zaman yukarıya bakardın. Yukarı kalkan
başın ve gülen gözlerin vardı, ne güzeldiler

Sen bilmiyordun, ben seni seviyordum.

Kalbime sığmıyordu aklımdan geçenler. Duvarlara,
vitrin camlarına kaldırımlara çarpıyordu. Geri döüyordu
çoğalarak. Senin sesini duyduğum masalarda erteliyordum
herşeyi, her şeyi erteleyişim oluyordun. Kalp ağrısı
oluyordun, birlikte soluduğumuz sokak isimleri oluyordun.
Mevsimler değişiyor ve büyüyorduk. Döemeçler geçiyor,
köprüler göze alıyor ve bazen tekin olmayan suların
üzerinden atlıyorduk. Cesurduk Ufuk çizgisi maviydi,
gün batımı hep turuncu ve kırmızıydı bütün karanfiller.

Ben seni seviyordum, bilmiyordun.

Sevinçlerim oluyordun arasıra, sen hiç bilmiyordun.
Sonra herhangi biri oldun. Bütün sevinçlerim bittikten
sonra yağmurlar yağdı serin haziran akşamları
Sonra bir gün uzaktan gördüm seni. Saçların
bana inat, başın her şeye meydan okuyarak.
İşte yine aynı Kalbimi acıttın. Her zamanki gibi.
Değiştik sanıyordum.

Ve sen yine bilmiyordun.

İclal AYDIN

Hangi Evre

Kırılganlığın hangi evresinde düşler birbirinin gözlerine bakar, cesurca. Hiç düşündün mü bunu ?

Hani yitirilen (var olduğunu sandığın kimliği olmayan sevda)sevdalar vardır
ya inadına üzen inadına boğazda düğüm olan..

Ve hırçın bakışlarına ve derin yutkunmalarına dalıp gittiğin anlar var ya !
zincirleme olarak seni odaklayan yalnızlığın renklerini sana tek tek giydiren o
hain sis…. ve yutkunmaların…seni senden çalan düşlerin …ve imgelerin
tuzağında kımıldayamayan kelimelerin yüreğinle toz olan hislerin

Umudun omuzlarına başını dayadığın/ ve nemli gözlerle zührenin ışığında/
karanlıkları sorguladığın /ve gecede yankılanan sevda sesin

Düşüyor avuçlarıma

Yalnız bana cehennem olan düşler / kıvranmıyor

Askıya aldığın / tükensin diye gözüne baktığın / duygular kıvrılıyor soğuk
mevsimlerde ..

Heceliyorum tekrar ….a..d…ı..n..ı…

Bir yanardağ bir okyanus arası gidip gelmeler

Kasırga
Fırtına
Derken ……gücümü zorlayan / aşan / bekleyişler / ısrarlı adımların

Ve seni ezberinden çıkaramayan afların soluğu / kesik / durgun

Elime hangi numaralı fırçayı alsam , ucu
en ince olanı acaba kırılganlığımı özenle tüm yüreğiyle çizebilir mi ? beni
sana anlatabilir mi ?

Hiç bakışlarım geriye gitmedi sevdam / yanaklarım o tuzlu suyla yıkanmadı /
yüreğim içti onları /

Geriye sadece buruk bir tebessüm bıraktım

Ümitzeynep Kayabaş

Geçmiş

Geçmiş, ne kadar da enteresan şeyler sunuyor geleceğe dair insan hayatında. Yaşarken tadında bıraktığın ya da kendi gözünde, gönlünde geçmişte, ait olduğu yerde sonlandırdığın hatıralar, acı tatlı paylaşılanlar, kişiler gün gelip hiç ummadığın bir zamanda hatta çoğu kez yersizce dikiliveriyor önüne.

Yıllar önce yaşadıkların yapışıveriyor üstüne sülük gibi. Ve sen onu çoktan bırakmış olsan da o senden kopmuyor bir türlü. Kendin olan, seni sen yapan yüzlerce özelliğin varken senin için uzak ve anlamını yitirmiş bir isimle tanımlanıveriyorsun birden.

Kabullenemiyorsun; garip geliyor. “Saygısızlık” olarak isimlendiriyorsun hem kişiliğine, hem de çıkarsız ve samimi yaşadığın duygularına… Ne olursa olsun geçmişinin seni, şu anda olduğun kişi yaptığının bilinciyle rahatlatmaya çalışıyorsun kendini; ama…

Sanırım kendin bıraksan da senin bıraktığın bırakmıyor seni. Anılarda, mekânlarda, sohbetlerde yaşatılıyorsun fark etmeden. Ya da belki o bile yaşatmıyor seni artık; paylaştıklarını başkaları güncelliyor her iki tarafa da zarar verdiğini, geleceklerine ket vurduğunu düşünmeden. Ve onların geleceklerine katmak istedikleri insanların olası geleceklerini düşünemeden!!

Coşmadan durulan nehir, sonunda denize kavuşur mu? Ve kavuştuğu deniz olabildiğince engin, olabildiğince durağan olsa da nehrin zamanında içinden atamadığı dalgalar sonradan fırtınalar koparmaz mı? Yaşanamayanlar, yaşanmamış bir ömre götürmez mi bizi sonunda? Yaşadıklarımız için değil; yaşayamadıklarımız için pişmanlık duymaz mıyız daha çok? “Keşke” lerimiz en fazla neler içindir?

Yaşamamalı mı o zaman hayatı; anın getirdiklerini, hissettiklerini yadsıyıp yok mu saymalı onları? Geçmişimizi temcit pilavı gibi önümüze getirip getirip yarınlara bakmamalı mı? Ya da üçüncü şahısların deşelemesine fırsat verip geç mi kalınmalı?

“Seni tanıyacağımı, hayatıma Senin gireceğini bilseydim eğer; hiç bıkmadan sonsuza kadar beklerdim inan” dediğiniz biri çıktı mı karşınıza? İtiraf etmeseniz bile “Sanki senden önce hiç var olmamışım; ya da var olan ben değilmişim” dediğiniz… O zaman yaşamamışsınız hayatı inanın, hayat sizi yaşamış hep…

Bir işe, bir ilişkiye ya da yeni bir deneyime başarısız olmayı hedefleyerek başlayan var mı ki hayatta? Kim bile bile kaybetmeyi, yenilmeyi göze alır söylesenize? “Tecrübe” dediğimiz şey yaşananlardan alınan dersleri, çıkarımları içermiyorsa nedir?
Görgü nedir?
Bilmek; anlamak; sevmek nedir?
Aşk nedir? Yaşamadan anlaşılabilir mi? Aşık olmadan aşk tarifi yapılabilir mi ve daha önce sevmemiş, sevilmemiş olan, yaşadığı sevginin gerçek değerini verebilir mi?
Kitaplardan, filmlerden, anlatılanlardan öğrenilen ne kadar tatmin edicidir söylesenize…
Asıl korkulması gereken bilinen değil; bilinmeyene duyulan merak değil
midir?
Acaba bunların hepsi güvensizliğin göstergesi mi? Kendine güvenemeyen
mi hiçbir yaşanmışlığı kabul edemiyor?
Haksızlık yaparken karşınızdakine, kaçarken sorunlardan, sorumluluklardan neden durup da kendi paylaşımlarımıza, geçmişimize, yaşanmışlıklarımıza bakmayız ki?
Yaşanmışlıklarımızın bize kattıklarını algılayabilecek ve onların arkasında durabilecek bir gelecek bizlerin olsun…

Başak Ergenekon

Mum Işığında Aydınlananlar

Gazeteci taraflımı olmalı tarafsız mı? Yoksa tarafsızım deyip de aslında taraflılardan mı?
Bunun yanıtı elbette meçhul aydınlanmamış fakat aydınım diyerek
geçinenlere. Bir aydının fikirleri arkasındaki cesaretli duruşu onun ne derece
aydınlanmış olduğunu gösterir halk bazında. Çünkü bu bir kişiliktir bir
duruştur hayâsızca akan yolsuzluk deryasında. İnsanlar ben tarafsızım
deyip de kaçmayı daha kolay buldukları için görüşlerinin biricik kaldığı
o kalabalık ortamlarda; tarafsızlık isminde bir olguyu kabul
edebilirler her durumda. Aslına bakacak olursak böyle bir kaçış yolu yoktur
hiçbir mekânda. İnsanı insan yapan diğer varlıklardan ayıran en büyük
özelliği düşünebilmekse; muhakkak bir fikri, seçtiği ya da ilerlediği bir
çizgi vardır o çok şeritli yolda. Kimisi sağdan gider kimisi soldan ama
bir ideolojisi vardır her durumda. İşte gazetecinin de bir yanlılığı
mevcuttur bazıları kabullenmek istemese de. Tabi ki bu durumun ortaya
çıkmasında birçok neden yatmakta. Örneğin: Gazetecinin
yazıp çizdiği görüşlerinin; yüksek yerlerdeki insanlara dokunması ya
da idrak yolları tıkalı yolsuzluk peşinde koşan varlıkların önüne aynı
idrak yollarını tıkayan o taş kadar engel koymasından, engellenme ve
hatta hayat kaygısına düştüğü için gazeteci aslında sahip olup da sahip
değilmiş gibi davranmak zorunda bırakıldığından; kendini bu yöntemle
korumakta. Kimisi buna suskunluk sarmalı demekte kimisi de sessizlik
kuramı. Ben buna korkunun ayak sesleri adını verdim sözüm onlara. Eğer icra
ettiği mesleğin getirdiklerinin farkında değil ise Uğur fikir yolunda
daha nice Uğurlar vurulur.
Bu ülkenin mum ışığıyla aydınlanmış aydınlara ihtiyacı yok ki bu zor
zamanda bu ülkenin aydınlatılmaya ihtiyacı var aydınlık aydınlarımızın
tüm parlaklığıyla.

Cüneyt Bulut

Zor Yaşamın Kolay Çözümü

Bazen insanı hayatta tutan şeyin ne olduğunu düşünüyorum.Tolstoy her ne kadar bunu sevgiye bağlasa da ben buna katılmakla beraber yeterli görmüyorum. Herşeyden soyutlaşmış,tamamen saf duygulara endekslenmiş sevgi belki bunun için yeterli olabilir ama bunuda günümüz insanına baktıgımızda görmek pekte mümkün olmuyor.Ve bu durum da sevginin dışında başka değerlerin de insan hayatına olumlu katkısı olduğunun göstergesi sayıla bilecek nitelikte…insanı mutluluga götüren bir çok yol var aslında: mesela insanın bilmeden yaptıgı iyilikler!Farkında olmadan,niyetsizce halisane yardımlar.Belki de o an insanın kalbinden çıktığı için sizinde kalbinizin en derinlerine ulaşabilecek kadar yoğun olması o içten geçirilen temennilerin…İşte hayatın yaşanmaya değer belki de en güzel yanı.Tek sorun bunu başara bilmenin biraz zor olması.İnsanların görünen degil de herkezden gizledikleri yönlerini, içlerindeki o saf çocuğu görebilmenin incelikleri.Bunu başarmak herkez için ne kadar kolay olur bilmiyorum ama benim bunu başarmam biraz uzun zamanımı aldı.

Gerçek duyguları yaşamaktan asimile olmuş insanların ne derece içten hisler yaşadığını kestire bilmek gerçekten zor fakat İMKANSIZ degil.İnanan bir kalp için bunu başarmak gerçekten çok kolay.Ancak bunu başarmayı göze alan insanın herşeyini feda etmeye hazır olması lazım.Çünkü bütün bunların sonucunda yanlız kalma olasılığı da var.Ama kaybetmeyi göze almayanın kazanma olasılıgı da yoktur.Belki de en büyük kazançları sağlamamıza bu kayıplarımız vesile olucak.inanan bir kalp,iyi bir analiz gücü, kararlılık, maneviyat ve sebat.Olay ve kişilerin karşısında yıkılmaz bir kale gibi durmayı başardığımızda isteklerimizi gerçekleştirmemize engel olacak şeyleri de bir bir ortadan kaldırmış olucaz.İnancın olduğu yerde mutlak zaferler vardır.Bizimde tek yapmamız gerek en inancımızı sağlamlaştırmak ve zaferimizi daim kılmak…

Hazan Rüzgarı

Farklı Medya Ayna Medya

Medya mı değişiyor yoksa değişmeyipte değiştirilmeye çalışılan Türkiye direnmeye mi çalışıyor?
Bu sorunun cevabı yıllardır büyük sorun halinde bu memlekette. Değişim kavramı uyum kavramına dönüştü tüm gerçekliği ile.
Uyum sağlayacağız diye Avrupalıların kurduğu o meclise değerlerimizi yitirmeye başladık medya denen o gerçekle. Topluma ayna olması, karanlığı aydınlatması, bilinmeyeni ortaya çıkarması umulurken o büyük güçten; çıkamayacağı bir çukura girdi o değişimlen.
Uydu sistemlerinde, radyo-televizyonda devlet tekelinin kırılması çok
seslilik diye adlandırıldı kişilerce, tabuların kırılıp
bilginin demokratikleşeceğine inanıldı o zihniyetlerde. Medya
mülkiyetinin tekelleşmesiyle başlayan bu düşüncede, içeriği
boşaltılmış, eğlencenin kutsandığı, gerçekliğin ise deforme edildiği
yayıncılık anlayışı yerleşti Türkiye’de. Asıl amaç Türk halkını
değerlerinden uzaklaştırmaktı değişim adındaki bu uyumda ama bu
hayal gerçek oldu sadece çok küçük bir kısımda. Bu kısmn adı da medya idi aslında. Bununla kalmadı değişim bu tozlu
aynada global medya olarak sunulan arkasındaki teknolojik yatırımlarla
göz boyayan bu ortam sınıf yapısındaki eşitsizliği azaltmaktan
ziyade bu eşitsizliği daha da yaygınlaştırdı bu alemde. Yoksul
halk eğlence tadında dünyanın her ülkesinde farklı dilde ama aynı
stüdyo dekoruyla sunulan saçmalıkları izlerken evlerinde; zengini
şifreli, içeriği zengin yayınlar izlemekte malikanesinde. Bu durumda
neredeyse tamamı yoksulluk sınırının altında olan ülkemde;
yurttaşlarımın kafalarının boşalmasına neden oluyor git gide. Evet,
nerede kaldı bol işlevli, faydalı, gerçeği gösterecek medya, bir
taşla kırıldı ayna misali ortada.
Bu amacı saptırılmış değişim ismindeki uyumun sebep olduğu
olumsuzluklara ve kötü gidişata dur diyebilecek çıkar biri umarım en
kısa zamanda.

Cüneyt Bulut

Dostluk Üzerine

Dilsizlerin haberini
Kulaksızlar dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün
Can gerek anlayası
Yunus Emre

Montaigne “gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim” demiş. “Bildiğim için
de dostumu kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm”. Ne ilginçtir ki,
Montaigne’den yaklaşık 500 yıl önce yaşayan bir başka bilge de benzer
şeyleri dile getiriyor. Yunus da diyor ki :

İnce sırat köprüsü
Sıfat imiş bu yolda
Dosta giden kişinin
Doğruluktur çaresi.

Doğruluk ve dürüstlük günlük hayatımızda, başkalarında en çok
aradığımız özellikler olmasına rağmen, ne yazık ki çok önem vermiyoruz
bulduğumuzda. Duymak istenilenleri söylemeyi ya da duymayı istediğimiz
şeylerin söylenmesini yeğliyoruz çoğu kez. Kendi düşüncelerimizi
yalınlıkla, açıklıkla dile getirmekten sakınıyoruz ne yazık ki..
Karşımızdaki kırılır diye, üzülür diye ya da başka nedenlerden ötürü…
Karşımızdakinden beklentimiz de bu doğrultuda oluyor çoğunlukla. Oysa
hangisi daha tercih edilir ki ? İnsan, dostunu nasıl bilmek, nasıl
tanımak ister ? Çoğumuz Mevlana’nın “ya olduğun gibi görün ya göründüğün
gibi ol !” sözüne itiraz etmeyiz sanırım. Tabii ki kırıcı olmamak,
yıkıcı davranmamak gerek. Kötü söz karşındakinin kalbine çakılan bir çivi
gibidir ama kırıcı olurum kaygısı ile olduğumuzdan farklı görünmek, doğru
bildiğini, inandığını söylemekten sakınmak yeğlenecek bir davranış mıdır
peki ? Koca Yunus :

Bir kez gönül yıktınısa
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil

diyor. Ama aynı Yunus yine şöyle sesleniyor yüzyıllar öncesinde :

Söylememek harcısı
Söylemenin hasıdır
Söylemenin harcısı
Gönüllerin pasıdır

Gönüllerin pasını
Ger sileyim der isen
Şol sözü söylegil kim
Sözün hülâsasıdır

Kuli’l Hakk dedi Çalap
Sözü doğru diyene
Bugün yalan söyleyen
Yarın utanasıdır.

Onun için derim ki, açıklık ve dürüstlük dostluğun vazgeçilmezi,
“olmazsa olmazıdır.” Dostumuzun illâ ki bizim gibi düşünmesi gerekmez.
Öyle olsaydı eğer, arkadaşlıklar ne kadar kuru , dostluklar ne kadar
sığ olurdu. Herkesin birbirini onayladığı, dolayısıyla birbirinden hiçbir
şey öğrenmediği ilişkiler kime çekici gelebilirdi ki ? Bunun için olsa
gerek Montaigne, dostunu kastederek, “…ona iyilik etmeyi, onun bana
iyilik etmesinden daha çok istemekle kalmam; kendine her edeceği iyiliğin
bana da iyilik olmasını isterim. Bana en büyük iyiliği kendine iyilik
ettiği zaman etmiş olur” diyor. Bu ise ancak paylaşmakla, paylaşmayı
bilmekle olur. Dosta karşı açık olmakla, dürüst olmakla olur. Unutmamak
gerekir ki “dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan bir
ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur.”
Bu evrensellik bilincine sahip olduğu için “Çin’den İspanya’ya,
Ümit burnundan Alaska’ya kadar / her milli bahirde, her kilometrede
dostum ve düşmanım var / Dostlar ki, bir kere bile selamlaşmadık / aynı
ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz” diyen Nazım, bakın,
dostu ve dostluğu nasıl anlatıyor :

Biz haber etmeden haberimizi alırsın
Yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin.
Gözümüzün dilinden anlar,
elimizin sırrını bilirsin.
Namuslu bir kitap gibi güler,
alnımızın terini silersin.
O gider, bu gider, şu gider,
dostluk,
sen yanı başımızda kalırsın..

Kısacası dostluğun, dini, dili, ırkı, cinsiyeti, dünya görüşü ne
olursa olsun ancak güzel insanlara layık olduğunu ; kalıcı ve gerçek
dostlukların da bu güzel insanlar tarafından kurulabileceğini
düşünüyorum. O karşılıksız ve beklentisiz güzellikler, dürüstlük ve
açıklık temelinde dostluklara yansıtıldığı oranda arkadaşlıklar da
ebedileşir. Onun için Shakespeare’in dediği gibi :

Soyu sürsün isteriz en güzel insanların
Sürsün ki,güzelliğin gülü hiç solmasın.

Serdar Ant

Depresyon

İnsanın hayatını mahveden ve yaşamı hem kendine hem sevdiklerine
zehir eden rahatsızlık. Günümüzün modern hastalığı depresyon. Tedavisi
mümkün geçici psikolojik rahatsızlıktır. Yaşadığımız pek çok olay neden
olabilir. Her kesin belirli olaylara tahammül gücü farklıdır. Üst üste
gelen bazı olaylar olur ki insan kendini bir çıkmazda bulur. Ne
olduğunu, ne yapması gerektiğini bulamaz. İçinden çıkamadığı ve ışık olmayan
bir tünelde gibidir. Panikler. Bu durumda desteğe ve güvene ihtiyacı
vardır. Bu çıkmaz sanılan tünelin girişinde mutlaka belirli izler vardır.
Ne kadar erken fark edilirse tedavisi o kadar kısa ve olumludur.
Hastalığın erken fark edilmesini sağlayan şikayetler nelerdir peki?
Bazen neden ve ne olduğu bilinmeyen iç sıkıntıları dünyamızı
karartabilir. Sosyal yaşamdan uzaklaşma, hiçbir neden yokken ağlama isteği,
umutsuzluk, gelecekten endişe duyma, kimsenin kendisine değer
vermediğini, umursamadığını düşünme, bir işe yada olaya konsantre olamama, uyku düzensizlikleri, ölümü ve intiharı düşünme, ilgili sorular sorma,
karamsarlık, yaşamdan zevk alamamaktan şikayet etme, alkol ve uyuşturucu
madde kullanımına ilgi, her şeyin anlamsız olduğunu düşünme, tahammül
gücünün azalması, cinsel isteksizlik, sık sık geçmişe özlem yada geçmişe
dönük pişmanlıklar, içe dönme, kendini boşlukta hissetme gibi duygulardan
aynı anda birkaçını hissedebilir kişi.
Bu olumsuzluklar bir nedene bağlı olarak gerçekleşmiş ise neden olan
etken ortadan kalktığında olumsuz düşünceler de azalır ve normale dönüş
gerçekleşir. Fakat bu ruh halleri bir nedene bağlı olmadan yaşanıyorsa
depresyondur ve tehlikeli olabilir. Bu durumda bir hekim yardımı almak
son derece önemlidir.
Fakat bizde, bir psikiyatra gitmek deli işi diye düşünüldüğünden
pek gidilmez. Gidilse de saklanır. Bu yanlışı okumuş aydın geçinen
insanlar bile yapıyor. Okumamışı aydınlatma yerine, hatayı kendisi yapıyor.
Toplumdaki ön yargıyı yıkmak gerekiyor aslında.
Sağlıklı düşünebilmek ve sağlıklı karar verebilmek, daha düzenli ve
düzeyli yaşayabilmek için danışman gibi psikiyatra gitmenin son derece
yararlı olacağını düşünüyorum. Olumsuz duygu ve düşüncelerden
kurtulmayı düşünmek ama yardım almamak, işte delilik bu aslında.
Hissettiğimiz yoğun duygulara isim koymasak bile bir nedeni vardır
mutlaka. Yapılan araştırmalarda bu tür dengesiz ruh hallerinde kalıtımın
etken olduğu tespit edilmiştir. Yakın akrabalarında depresyon vakaları
gözlenmişse kişilerin depresyona yatkın oldukları ve yakalanabilme
olasılığının var olduğu belirtiliyor. Yalnız bu olasılıktır. Mutlaka
yakalanacak anlamı çıkmamalıdır. Böylesi umutsuz bir düşünce gelişmemelidir.
Hepimiz bir kederle, bir sorunla karşılaşıyoruz. Bir bölümümüz daha
kolay atlatırken bir bölümü kendini çıkmazda hissedebiliyor ve
yaşadıkları, depresyonu tetikliyor.
Depresyona neden pek çok etken olabilir. Örneğin bunların büyük bir
bölümünü yaşayan ben, menopoz döneminde olduğumdan buna bağlıyorum. Bir
neden bulduğum için zamanla bu olumsuz kaygı ve düşüncelerimin
azalacağını ve yok olacağını düşünerek rahatlıyorum.
Kişinin içinde bulunduğu durumu kabullenmesi de depresyonu atlatmasında
önemlidir aslında.
Menopoz dönemi ile ilgili olarak, üreme döneminin bitmesi,
metabolizmanın yavaşlaması, östrojen hormonun azalmasına bağlı olarak doku
gevşemesi, yaşlanma sürecinin biraz hızlanması gibi durumları kabullenmek biraz
zor. İnsan kabullenemediği zaman depresyonu kendisi de yaratabiliyor.
Hormon dengesinin bozulmasına bağlı olarak gelişen olumsuz duygular,
bedendeki değişimlerin kabullenilememesi depresyonu tetikleyici oluyor.
Menopoz gibi ergenlik olayı da, fiziksel, bedensel, ruhsal ve
cinsel gelişim sürecidir. Bu süreci hazırlıksız geçiren bireylerde de
problemler gözlenmektedir. Bir eğitimci olarak, ergenlerin sağlıklı bir
dönem geçirmelerinin ileriki dönemlerini de etkilediğini düşünüyorum.
Gebelik, lohusalık beden kimyamızı değiştiren olaylardır. Aşırı
üzüntü, sakat kalma gibi durumlar da serotonin, dopamin, melatonin gibi
hormonların dengesini bozarak sağlıklı düşünme potansiyelini olumsuz
etkileyerek depresyonu oluşturabiliyor.
Bazı hastalıklar, geçirilen bir beyin travması, guatr, şeker
hastalığı, felç, alkol ve madde bağımlılığı depresyona neden olan diğer
etmenlerdir.
Hastalıklara bağlı uzun süre kullanılan ilaçlarda beyin hücrelerinde
geriye dönüşü olmayan bozukluklara neden olarak depresyon
geliştirebiliyor. Bazı takıntılar, fobiler, sosyal yaşantı bozuklukları örneğin
boşanmalar, ayrılıklar, kavgalar, stres,gürültü, trafik hepsi birer depresyon
sorumlusu yada tetikleyicisi olabiliyor.
Dikkat edilirse depresyon olaylarına kışın daha fazla rastlanıyor.
Çünkü, güneşli günler az olduğundan mutluluk hormonu olan seratonin salgısı
azalmaktadır. Oysa güneşli günlrde ışık göz bebeğinden girerek beyin
hücrelerini uyarmakta ve mutluluk hormon salgısı artmaktadır. Az
salgılanan seratonin beyin kimyasını olumsuz etkilediğinden karamsarlık,
olayları normal kabullenememe, algı bozukluğu gibi durumlar oluşuyor ve
depresyona yakalanma riskini arttırıyor.

Yaz güneşlidir
Güneş ise mutluluk
Mutluluk sıcaklıktır. Sevgidir.

Güneş ışıktır
Işıksa bir umut
Umut yaşamın amacı

Kış soğuktur
Soğuk ise hüzün
Yağmur göğün yaşı

Baharda yeşil olan yaprak
Kışın toprakla buluşur
Kış yaslı
Kış ürkütücü

Yaz yada kış olsun mutlaka güneş ışığından yararlanmalıyız. Yaşadığımız
olumsuzluklar günlük işlerimizi aksatmıyorsa pek önemsemek gerekmez.
Fakat aile ilişkilerimizi, işimizi,
Yaşantımızın kalitesini etkiliyorsa mutlaka yardım almaktan çekinmemek
gerek.
Depresyonla tanışmamak için mutlaka spor yapmalı, güneşten
yararlanmalıyız. Tempolu olarak günde en az yarım saat yürümeliyiz. Bol su içmeli, sabah erken kalkmalı ve dengeli beslenmeliyiz.
Her şeye rağmen hayatın güzel olduğunu düşünmeli, bize bir defa sunulan
bu hayatı yaşamamız gerektiğine inanmalı, sabah uyandığımızda aynaya
bakıp görüntümüze “günaydın” diyebilmeliyiz.
Her olumsuz düşüncede bir hekim yardımı alsak bile biz kendimizi
inandıramıyorsak ve iyi olmayı istemiyorsak kimse bizi kurtaramaz. Kendimizi
bizden daha iyi tanıyan yoktur. En etkili tedavi yöntemi kişinin
kendini tanımasıdır.

Zehra Akçakaya

Denizle Randevu

Deniz … Yaradan’ın kainat kitabındaki harikalarından sadece biri. İnsan aklının idrak edemeyeceği kadar muhteşem , uçsuz bucaksız ve inanılmaz. Sırlarla dolu bir dünya.

Denizin benim için manası bambaşka. Bu duygunun ne olduğunu bilmiyorum , adını koyamıyorum. Sevgilim mi acaba deniz benim? Dert ortağım mı , sırdaşım mı ?Kaderdaşım mı ? Yoksa bana yardım etmek isteyen dilsiz bir dost mu ? Bendeki adını koyamadım ama onu çok özlediğime göre deniz çok şey benim için.

Belki de gönlüme çok benzediği için seviyorum denizi. Kimi zaman durgun , sessiz, kendi halinde. Kimi zaman da dalga dalga coşan , kabaran ürkütücü. Kimi zaman bütün sevgilere açık vefalı bir dost; kimi zamanda yanına dahi yaklaşmaya korktuğumuz bir canavar. İşte böyle kabardığım , dolup dolup taşmak istediğim zamanlar denize koşarım.

Kendimle olmak denizle dertleşmek istediğim bir günün akşamında kendimi Kartal sahilinde buldum. Uzun süre yürüdüm . Denize baktım baktım . Sanki bana , Yine mi geldin ? Şimdi ne istiyorsun ? diyordu. Önce sitemli ve isteksizce baktı bana. Sonra beni dinlemeye başladı. Beynimdeki herşeyi bir film şeridi gibi aktardım ona ağzımı bile açmadan. Beni bunaltan şeyleri al uzaklara götür dedim. Beni hafiflet, bana ümit ver neşe ver. Yoksa yeni bir güne başlayacak gücüm kalmayacak.

Mavi sular beni dinledi mi bilmiyorum, anlattıklarım bitince çay içmek için oturdum. Çevremdeki insanlara baktım. Acaba hep böyle gülüyorlar mıydı?Acaba mutlu muydular ? Gülmek mutluluk muydu ? Ben neden gülemiyordum , neden ağlamak istiyordum ? Neden ağlamak istiyordum hala, deniz beni dinlememiş miydi ?

Bu düşüncelerimden bir çocuğun sesiyle sıyrıldım. Ayakkabılarını boyayayım mı abla diyordu. Ne kadar çok ihtiyacı vardır kimbilir diye düşündüm. Ona ayakkabılarımı boyama ama gel sana bir dondurma ısmarlayayım dedim .Önce şaşırdı. Sonra olmaz abla dedi. İkna edip masaya otutturdum ve konuşmaya başladık. Ortabirinci sınıfa geçmişti. Doktor olmak istediğini söylüyordu. İnsan yeter ki istesin abla diyordu, Sakıp Sabancı bile limon satarak bugünlere gelmiş diyordu. O kadar güzel , o kadar zekice bakışları vardı ki… O akşam aradığım mutluluğu o gözlerde buldum.

Hafta sonları ve yaz tatillerinde babasına destek olmak için boyacılık yapıyormuş. Küçücük bedenine nispeten ne büyük yürekti , ne güzel gönüldü. Onu çok sevdim.

Doğudan birkaç yıl evvel gelmişler. Çok kalabalık bir ailesi varmış. Babası pazarcılık yapıyormuş. Ablasından bahsetti sonra. Eşini teroristler şehit etmiş. Eşinin ailesi iki çocuğunu almış elinden. O da babasının evine dönmüş. Yıllardır hasret kalmış yavrularına. Küçük boyacı bunları anlatırken gözleri doldu. Benim gözyaşlarımsa içime aktı ve adeta boğdu beni. Dua ettim ablası ve evladından ayrılmak zorunda kalmış tüm analar için.

Yanımızdan geçen insanlara kaydı gözlerim bir ara. Bir boya sandığına bir küçük boyacıya bir de bana bakıyorlardı. Onlara haykırmak istedim bu çocuk çoğu insandan daha şerefli, daha insan diye. Ama sustum. Uzaktan iki arkadaşı geçiyordu boyacının. Gülerek el salladılar arkadaşlarına. Onlarda pek şahit olmadıkları bir olayla karşı karşıya idiler ki ;şaşkın şaşkın baktılar bize.

Hava kararınca ben kalktım. İstemeyerek de olsa küçük boyacıyla vedalaştık. Belki yine görüşürüz dedim. İnşallah abla dedi. Sonra teşekkür etti hem diliyle hem de o kara gözleriyle.

Durağa doğru yürürken, yolda, evde hep onu düşündüm. Saklamaya çalıştığı boyalı ellerini, eski elbiselerini ama buna rağmen pırıl pırıl hayat dolu gözlerini. Evet o gözleri, doktor olacağım abla diyen o gözleri hiç ama hiç unutmayacağım.

Deniz o gün bana mutluluğu aramaya gerek olmadığını öğretti. Küçük bir çocuğun ışıl ışıl gözlerine bakmanın dahi mutlu olmak için yeterli olabileceğini öğretti.

Bir sonraki denizle randevumda neler yaşarım bilemiyorum. Belki bu seferde bir dedeyle tanıştırır deniz beni. Belki bir kuşla yada sahilde oturmuş hayallere dalmış benim gibi bir yalnızla karşılaştırır bana başka hayat dersleri vermek için.

Sağol can dostum, mavi denizim. Beni anladığın için ve bana gönderdiğin boyacı çocuk için…

Nazan Özen