Sevmeyi Bilmek

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, rededilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.’’
W. Shakespeare

Bir ninniyi kıskandıracak kadar güzel sesiyle çakıl taşları arasından
sızıp gelen su, çimenler, dağ çiçekleri, ceylanlar, kuşlar, denizler,
yeni doğmuş süt kokan bebekler, güller, toprak, rüzgarda nazlı nazlı
devinen yapraklar, ağaçlar, kısacası her şey. Ne yana baksam her şey bana
insanları anlatır. İnsanların inceliğini, duyarlılığını, insancıllığını,
sevecenliğini ululuğunu, yaratıcılığını, sanatçılığını.

Dünyada bunca yıkım, kıyım,zulüm,ihanet ve kötülükler olmasına rağmen,
yine de insanlar hakkında kötü düşünemiyorum. İnsanları öylesine güzel,
öylesine derin, anlamlı, zarif incelikli düşünüyorumki, onları güneş
gibi sıcak, toprak kadar vefalı, su kadar temiz, çimenler gibi zarif,
ceylanlar kadar güzel, kuşlar gibi özgür ve verimli bir toprak kadar ağır
ve olgun düşlüyorum.
Ya güller, gülleri anlatacak kelime bulamıyorum, o üstün gururlu,
minnet nedir bilmeyen, kendinden güzelliğinden emin, güller bana daima genç
kızları hatırlatır. İnce, hassas, kızararak bakan, soluveren,
hemencecik küsen, kırılan, tatlı bir söze gülümseyişe hemen açıveren yüreğini.
Güllerki her yaprağı binbir mana binbir renk, ahenk ve ifade dolu.

Savaşlar, silahlar, ölümler, iftiralar, intikamlar,
açlık, sefalet,ilkel ırkçılık,dini bağnazlıklar, kan, kin, nefret, bütün
bunlar beni hayal kırıklığına uğratsa da; her şeye rağmen insanları
güzel düşlemekten kendimi alamıyorum. Çünkü insanları yeryüzünün en
değerli varlığı olarak görüyorum. Vicdan, adalet, merhamet ve sevginin,
insanı insan eden ögelerin en başında geldiğini unutmayarak yaşıyorum.
İnsanı insan eden bir diğer öğe ise bilinç ve düşüncedir, duyguysa olaylar
karşısında ve yaşamda insanın yaşadığı acı ve sevinçtir. İyilik,
dostluk, güzellik, adaletli ve vicdanlı olmak salt insana özgü bir olgudur.
Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Aydınlık ve karanlık nasıl biribirinin
zıddıysa,
iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik de biribirinin zıddıdır. Ama
evrende her şey iç içedir ve beraber yaşar. Karanlık, kötülük,
çirkinlik nasılki körlüğü, cehaleti, zulmü, haksızlığı, adeletsizliği,
vicdansızlığı, sevgisizliği, hoşgörüsüzlüğü temsil ediyorsa. Aydınlık,iyilik,
güzellik de, bilgiyi,doğruyu, dostluğu, merhameti, dürüstlüğü, adaleti
ve vicdanı temsil eder. Unutmayalımki, tabiatı güneş aydınlatır, insanı
da bilgi. Bilgi eğer iyinin ve vicdanın hızmetinde ise hakça paylaşım
ve adalet olur. Yoksa, haksızlık, vicdansızlık, zulüm ortaya çıkar.

Yirmibirinci yüzyılda hala insanın inancına, diline,
kültürüne,bilincine, düşüncelerine, görüşüne ket vurarak, baskı uygulayarak
hakaret ederek bir yere varmaya çalışan sırtlanları anlamaktan güçlük
çekiyorum. Tertemiz bir suyu bulandırmak ne kadar kolaysa, bir insanı
dininden, inancından, renginden, dilinden,tipinden dünya, görüşünden
dolayı, hor görmek,küçük düşürmek, aşağılamak, iftira atmak da belki o kadar
kolaydır.
Önemli olan yaşamayı bilmek ve yaşarken de paylaşmayı,
dünyada her insanın yaşam hakkına saygı duymayı, insanları anlamayı ve
en önemlisi de hoşgörüyle bakmayı savunmak ve sevmesini bilmek. Her şey
son derece hassas ve basit. Zor görünse de. İnsanları diğer canlılardan
ayıran özellikler de bunlar olsa gerek…

Ama sırtlanlar gün aydınlığını sevmez. Güzellikler
onların meselesi değildir. Onların gülistanı çirkinliklerdir.
Nefrettir, kindir, düşmanlıklardır. Onların hiç kimseye merhameti, sevgisi,
saygısı olmaz, hatta kendilerine bile. Yürekleri, beyinleri, kan kin
nefretle doludur. Erdemleri namusları bacakları arasındadır,namusları kadar
beyinleri ve yürekleride kirlidirler.

Bence bu dünyada ihtiyacını duyduğumuz ve muhtaç olduğumuz en
önemli şey sevgi, dostluk ve hoşgörüdür. Küçücük bir tebesüm ve tatlı
dil, karşımızdakine verebileceğimiz en güzel hediyedir, unutmayalım.
İnsanlar sevmeli, şartlar ne olursa olsun insanlar sevmesini bilmeli.
Hayata hoşgörü ile bakılınca olaylara pek çok şey yumuşuyor. Bunu hepimizde
biliyoruz mutlaka, ama yinede söylemeliyiz biribirimize,
hatırlatmalıyız. Çünkü yaşamın tadı ayrıntılarda gizlidir, yaşamak sevmektir,
hissetmektir, anlamaktır.
‘’ Bir kızılderili dede ile torunu evlerinin önünde oturmuş,
biraz ötede boğuşan biri siyah digeri beyaz iki köpeği
seyrediyorlarmış. Torunu sormuş: – Neden iki tane köpek besliyorsun? – Onlar benim için
iki simgedir evlat demiş, iyilik ve kötülüğün simgesi… İyilik ve
kötülük de içimizde böyle sürekli mücadele eder durur. – Peki, sence
hangisi kazanır mücadeleyi? diye sorar. Bilge reis derin derin gülümser ve
derki, hangisi mi evlat? ben hangisini daha iyi beslersem o…’’
Sevgi, insanlara bağışladığımız bir duygu, bir
armağan. Bu yüzden bazen tek taraflı da olabiliyor ve bu yüzden bunu hiç
tanımadığımız insanlara da bahşedebiliyoruz.
Severek yaşamak güzeldir, severek yaşamanın güzelliğini ve önemini
farkedenler de güzeldir… Dünyada bir şey olabilmenin ötesinde çok daha
önemli bir şey var aslında; insan olabilmek. İnsan olabilmenin koşulu ise
tek; yüreğinde sevgi taşıyabilmek. Yoksa kim olduğumuz, nereden
geldiğimiz, hangi ülkenin pasaportunda adımızın yazılı olduğunun ne önemi var.
Bu dünyada sadece insan değil miyiz. Herman Hesse diyor ki,‘’Ben
vatanseverim ama, önce insanım. Her ikisinin bir arada yürümediği yerde daima
insana hak veririm’’ Başkalarının hep ayrılan yanlarını değil, birazda
ortak yanları ortaya çıkarılmaya çalışılmalı, sonradan yaratılan ve
dayatılan dil, mezhep, ırk, tarikat, kültür, bölgecilik şeyhlik
aşiretcilik gibi kavramlar yüzünden ve o kavramların kutsanmasından ç
ıkan savaşlara, katliamlara, haksızlıklara karşı durulması gerekmiyor
mu? İnsanlığın ortak değerleri olan hoşgörü, sevgi, saygı, barış,
özgürlük, bireysel hak, adalet gibi evrensel değerlere inanmakta kimin ne
zararı olabilir, insani duygulardan yoksun ve insanlıktan nasibini
alamamış sırtlanlardan başka.

Yılgınlıkların yorgunlukların damarlarımızda dolaşıyor olması
bizi bıktırmamalı ve de ilgilendirmemeli. Bize yüreğimiz gerekli,
sevgiyi görmek ve duvarını örmek için. Korkmadan, yılmadan bozgunlardan ve
sevgiyi kirleten yozluklardan.
Düşüncelerimiz, yargılarımız, önyargılarımız; ne kadar barajlar,
dalkıranlar inşa etsede o yakıcı yıldırımların beynimize ulaşmaması için, ne
kadar tarihsel, kültürel ideolojik gündelik paratonerimiz olsa da, bir
yerden sonra, en azından şöyle kendi yüreğimizle başbaşa kaldığımızda ,
eminim anlarız. Eminim anlarız, bir kez olsun, biz de yürekten o
soruları sorarsak kendimize, sormak durumunda kaldığımızı tahayyül edersek
hiç olmazsa.

Yaşama dair.
‘’Yaşamaya zaman ayırın, zira zaman bunun için yaratılmıştır…
Düşünmeye zaman ayırın, başarının bedeli budur…
Sevmeye zaman ayırın, güçlü olmanın kaynağı budur…
Etrafınıza bakmaya zaman ayırın,günler bencilliğinize yetmeyecek kadar
kısadır…
Terbiyeli olmaya zaman ayırın, insan olabilmenin sembolü budur’’…

Goethe

Anlatacak bir şeylerin varsa yarınlara
Okunmamış bir kitap
Söylenmemis bir söz
Yapılmamış bir resim gibi
Sevgi üstüne, barış üstüne, kardeşlik üstüne
Durma kardeşim.

Bir gül yaprağının ürpertisini duyabiliyorsan yüreğinde
Yaşamın güzelliğini, sevmenin inceliğini kavrayabiliyorsan
Ve varabiliyorsan dostluklarin yüceliğine
Korkma hiç bir yıkımdan, yüreğini ortaya koy
Çünkü sen insansın

Yeni bir şeyler bul kardeşim, yeni şeyler
Yeni güzellikler, yeni sözler, yeni sesler
Yazılmamış bir şiir
Takılmamış bir ad
Yakılmamış bir türkü
Yaşanmamış bir sevda gibi

Nuri Can

Sevgi Üstüne

Sevenlere değil, asıl dünyada sevmeyen, sevemeyen, sevilmeyen ve
sevmesini bilmeyenlere acımalı. Sevebilen insan yaşamı, yaşamın
derinliğini, kendini ve ruhunun iç derinliğini keşfeden insandır. Aşk
değil midir insanı erdemleştiren, güzelleştiren dostlar?
Derinliğimiz, güzelliğimiz aşktan değil mi? Oysaki aldığımız kültür,
içinde yaşadığımız sistem ve zaman o kadar sahte ki…
Gülüşler, dokunuşlar, bakışlar sevgi sözleri bile hepsi sahte geliyor
insana.

“Benliği hor ve hakir kılıp, insanı yükselten aşk ve sevgidir.
Onsuz bütün beden tamahtan ibarettir. Tamah ise alçaltandır. Sevgi
insanın, öfke ise hayvanın temel hasletleridir. Sevgi güneştir,
ama kusurları örtmede gece gibi olun!” der Mevlana.

Aşk hilesiz sevmektir dostlar ve sevgiyi taa ruhunun derinlerinde
hissedebilmektir. Bence sevebilen insan talihli insandır, güzel
insandır, erdemli ve saygın insandır. Saygınlığı ve sevilmeyi hak eden
insandır.
Yönünü sevgiye çeviren insan çevresine sevgiyle, saygıyla
bakmasını, yüreğini düşmanlıklardan, kirlerden; kinlerden
arındırmasını da bilir. Çünkü insanın içindeki canavarı dizginleyen bir
güçtür sevgi. İçinde sevgi, merhamet taşımayan insanın, acıma
duygusu da olmaz, düş kuramaz, düşünemez.. Dolayısıyla içinde
sürekli başkalarına karşı kin, nefret, kötülük besler.
Merhametsiz, acımasız ve zalim olur. Oysa ki, insan olarak her insanın mutlak
sevmesi, düş kurması, düşünmesi, gülmesi ağlaması gerekmiyor
mu? Hani ünlü bir söz vardır ” Yürek yanmayınca göz yaşarmaz.”
derler ya, işte onun gibi bir şey.

Ben insanın maddiyatına ve mevkisine değil, insanın kişiliğine,
insani değerine önem ve değer verilmesinden yanayım. Görünüşe ve
şakşaklara aldanmamak gerekir. İnsanın insani değerleri içinde,
ruhunda ve gözlerinde saklıdır. İçinde çirkinlikler besleyen
insanı hangi makam, hangi maske, hangi elbiseyle donatırsanız donatın,
çirkinliğini gözlerinden görürsünüz, bakışlarından
anlarsınız.

İnsanın niteliklerini ve sevme yetilerini geliştirerek
tırmanacağı yüksek düzeye; nitelik ve erdem basamaklarına ancak sevgiyle
çıkılabilir. Sevgisiz bir insan, vicdanını devreden çıkardığında
yapamayacağı haksızlık, yapamayacağı vicdansızlık,
düşünemeyeceği kötülük kalmaz. Yani sevgiyi, merhameti yüreğinden
dışlayan bir insan, alçalmayı seçmiş demektir. Vicdan devreden
çıkartıldığında, insani hiç bir parıltı, hiç bir değer kalmaz insanda
ve o insan alçalmayı seçmişse zaten ineceği düzeyin de sınırı
olmaz, alçaldıkça alçalır.

En sevilmeyen insan tipi i çıkarcı, yalancı, iftiracı, içten
pazarlıklı, hani derler ya saman altından su yürüten ya da yılan gibi
yanına yaklaşıp gizlice sokan, insani hiç bir nitelik taşımayan
yalaka tiplerdir. Bu tip insanlar her yerde mevcut. İhtiraslarına
ulaşmak için izledikleri yol, yöntem ve entrikalarla alçalabildikleri
kadar alçalırlar.

Sevgiden ve kitaplardan korkmamalıdır insan. Sevgiden ve kitaplardan
korkan kimseler, içlerinde aydınlık taşıyamazlar. Çağı da
yakalayamazlar. Günümüz insanının ve gençliği; bir tuzağa
düşürülmek isteniyor.Ucuz tv programlarıyla (kitaptan ve gerçek sevgiden
uzak), günübirlik aşk dedikodularıyla insanlar uyuşturuluyor.
Kendilerine ucuz, kalitesiz tv programları izlettirerek, insanlar okumaktan
uzaklaştırılıyor.Kitaptan yoksun yaşamak ise, insanlarının
doğruyu bulmalarını zorlaştırıyor. Oysa herkes biliyor ki, tarihte
yükselmenin, gelişmenin ve aydınlanmanın yaşandığı zamanlar;
yüreklerin kitapla ve sevgiyle beslendiği çağlardır. Savaş, karanlık,
cehalet ve düşmanlık dünyanın ve insanın başına sürekli
felaketler, belalar getirmiştir.
Sevgi ve vicdanınızla başbaşa kalın diyorum…

Halil Karanfiloğlu

Sessizliğin Çığlığı

İnsanın sessizliği değil midir çığlıkları başlatan; durduğu yer, baktığı an değil midir onu buğulayan yağmur gibi yeryüzüne yuvarlayan..
Sakin kokan bir günün içinde olamaz mı bas bas bağıran bir deniz, yok mudur
o dalgaların kalkmasının sebebi.. Susar susar insan hiç konuşmaz bazen,
bakar sadece uzun uzun, düşünür hep düşünür. Yumar gözlerini hayata, görmek istemez, duymak istemez hiç birşey, istemez etki, istemez rüzgar, korkar çünkü çığlıktan…
Sadece umuttur dediğim, ümittir aslında, kendine verdiğin umut kendinden
aldığın umuttur, bahsettiğim..

Rejy

Sensizlik Sessizliği

Günler günleri telaşla kovalıyor, aylar ayları takiple kapatıyor. Fakat yüreğim yırtıldığı, rüyalarım kırıldığı halde yine yoksun.
Yoksun kalan hicran derdimle, sensizlik sessizliğinde karanlığın giysisini
giyen gölgeni arıyorum. Ufukların kanlı yüzüne ismini ve cismini
sarıyorum. Gecenin karanlığına boğulan Üsküdar pencerelerini, gemilere
kılavuzluk yapan fenerle tarıyorum. Fenerler; rüyalarıma yavuz, biriken
gözyaşıma havuz, sensizlik körlüğüne kılavuz oldular… Kız kulesine
fırlattığım hüzün taşları, yorgun duvarlarının canı yanarak acımla feryat
ediyor. Deli dalgalar gözyaşımı yutarak, bilinmezlerin kara fanusunda
kapanarak iradem hapiste kaldı. Sensizlik sessizliğine gömülen,
kaldırımların kalabalığıyla sürülen ruhuma yaklaşarak bir santimde olsa tebessüm
ver, benliğinden bir gramda olsa bakış ser. Umutsuzluğun sıkan
cenderesinde boğulacak gibiyim, Uzakların bıkan enderinde ba
ğıracak gibiyim… Sana olan özlemim darağaçlı intizarıma dayanarak
gönül yasımla yandıkça yanıyorum, kalemim mürekkepler tutarak kanlı
hüzünle battıkça batıyorum, bedenim Karacaahmet’in ölüm soluğunda yattıkça
yatıyor. Düşlerim sönük, sözlerim donuk kaldı, beni benden aldın.
Dudaklarımı tellendiren melodiler, duygularımı seslendiren şiirler, ellerimi
terlettiren işaretler seni söyler bana. Ah..! sevginin çilesinde çiçek
bahçeleri kuruyarak kopan ızdırap çığlığım… Ah..! yaşamımın filesinde
topladığım dilek sayfaları tutuşarak deryanın serinliğine bıraktığım
küllenmiş kaşım. Ah..! hayatımın direğinde yükselen sevda kubbesi
yıkılarak koparılan başım. Ah..! zamanımın dişlerine atılan taşlar: Hep
seninle akar, yüreğim seninle bakar.

Özkan Karaca

Sen ve Tokan

İnsan neden hatırlar ki gereksinimi olmadığı halde. Neden ızdırap çektirir ki kendine, canının yanacağını daha fazla bile bile… Bu gün son günümüz olsun seninle öyle sonumuz olsun ki kıyametin öldürmeyen halini en acıtan şekilde hissedelim. Sen sen ol orda bende ben . Tutamayacağımız uçsuz bucaksız sözler verelim birbirimize . O anda çok güzel olmuştu diyelim hatta.

Ertesi sabah uyandığımızda ayrı yataklar farklı kokularla uyandık eminim ki. Evet sen sen oldun orda ben de ben burada … Varolma nedenimizi yitiriyoruz. Neden anlamıyorum kendimize neden bunları yapıyoruz. Artık hiç mi bırakmıyoruz kendimize birbirimiz ola bilme ihtimalini… Bugünümde yoktun yaklaşık 365 günden fazladır da bugünlerimde dünlerimde olmadın… Yine biliyorum kabullenmiyorum ama biliyorum yarında olmayacaksın. Evet dünyada herşeyimi kaybettim ama içinde sen olan ümidimi ümitlerimi kaybetmedim. Neden beynim sana bu kadar sadıkken bedenim olamıyor. Hissedebiliyormusun artık acılarımı . Galiba senden tiksiniyorumda , silip attım seni bir anda bir hiç gibi hayatımda öyle bir çöp bile atmamıştım halbuki ama seni attım. Yırttım hayatımın sayfalarından kanırta kanırta acıta acıta içimden söktüm attım seni. Nedenini bilmeden senin derinliklerine sürüklendim en çok ta bu hoşuma gidiyordu aslında …

Sen benim nedensizliğim olmuştun bir bakıma. Artık seni seviyorum diyemiyorum… Bugün beni hiç düşünmediğini biliyorum , belki yıllardır da aklından hiç geçmemişimdir. Kendime Acıtasyon yapıyormuşum hissi veriyor bana sana yazmak. Çok büyükmüşsün be güzelim… Seni sildim seni yırttım seni yok saydım. Ama biliyorsun yazılarımda bile sadece nokta kullanırım . Çünkü sonlanması gereken şeyler bitmelidir. Tıpkı biz gibi… Ederlezi Shancarrig bu kadar mı can yakar bu kadar mı koparabilirdi hissizliği içimden. Hayatımda en çok sevdiğim ve en çok nefret ettiğim insan ! Bugün burda bir destan oluyor bugünde seni unutmak istemiyorum çünkü yıllardan sonra ömrümden sonra yine sen olmadan seninle … İşte burdayım uçurumun kenarındayım. Tek istediğim yukarda kokunu duyup aşağıya öyle inmek…

Hayatımın son hamlesiydin belkide erişmek istediğim ama bilerek kaybettiğim. Bizsizleştireli uzun zaman oldu cümleleri. Vicudum ön sevişemiyor artık kimsesizliğimle.

Bir sen vardın yanımda kalan birde ayrılırken verdiğin o mis gibi sen kokan TOKAN ….

Ekrem Yasin Parlak

Neresindeyiz Hayatın?

Evet günlerdir bu soru kemiriyor aklımı. Biz hepimiz neresindeyiz
hayatın. Bembeyaz umutlarımız varken hayata dair neden siyah sayfalara
yazılı kaderi okuyoruz çaresiz. Hep çevremizin bizim için düşündüğü
geleceği yaşıyor, hep hayallerimize üvey evlat muamelesi yapıyoruz. Silip
tanımayacağımız karşı çıkamayacağımız o kadar çok insan var ki çevremizde
çaresiz boyun eğiyoruz. Sevdiğimiz seveceğimiz kızları, giyeceğimiz
elbiseleri, kardeş olacağımız dostlarımı hepsini onlar belirliyor. Toplumun katı
kuralları beynimizdeki suçsuz masum ilişkilere yön veriyor. Sevdiğimiz
kızla mahalle pastanesinde oturamıyor, çevre semtlerin tenha bahçelerine
kaçıyoruz. Neden özgür yaşayamıyoruz hayatı. Neden biz gibi
değiliz. Hayatımız sanki yüz kızartıcı bir suça dönüyor hep kaçıyoruz…
Neresindeyiz hayatın.

Şükrü Özçelik

Msn Argosu

‘Messenger’ kelimesinin kısaltılmışı msn. Haberci, ulak anlamlarını taşıyor bu kelime, İngilizce. ‘mesincır’ diye telaffuz ediyoruz. Son zamanlarda kısa haliyle okumak moda oldu; yalnız iki ayrı söylenişi söz konusu. Kimileri ‘emesen’ diye söylerken bazıları ‘mesene’ diyor. İkinci söylem Türkçe kısaltmalar için kullanılıyor.
Ancak kelime Türkçe olmadığından kısaltmasının da orijinaline uygun olması gerekir diye düşünüyorum. ‘Messenger’ ı Türkçeye çevirmeyi başardığımız ve kullanımını yaygınlaştırdığımız an, kısaltılmışını Türkçemize göre kullanma hakkını elde etmiş oluruz ve göğsümüzü gere gere kullanırız. SMS, ‘esemes’ diye okunurken buna ‘semese’ diyenler çıktı; lakin tutmadı. Yavaş yavaş kısa mesaj servisi diye yorumlayıp ‘KMS’ şeklinde kısaltanların kabul görmeye başladığını memnuniyetle görmekteyiz.

Burada Messenger yerine yeni bir isim teklif edecek değilim. Maalesef bunu yapacak olanlar gecikmiştir. Bundan böyle öne sürecekleri her isim güdük kalacaktır diye düşünüyorum.

İnsanların kolayca ve etraflıca haberleşmesini, yazışmaların yapılabildiği gerekli aygıtların eklenmesiyle konuşma ve konuştuğun kişiyi görme imkanı sağlayan bu muhteşem buluş yaygınlaşıyor. Bilgisayarı ve internet bağlantısı olan her fert, bundan istifade ediyor.

Kullanıcılarından biri olarak muzdarip olduğum bir husus var. Türkçemizi katlediyoruz yazışmalar esnasında. Konuşma ve yazı dilimizden apayrı ucube bir harfler topluluğu ortaya çıkıyor ve üzüntüyle belirtmeliyim ki bu garip harf yığınlarıyla yazışanlar birbirlerini anlayabiliyor(!).

Kimileri kullanılan bu garip yazışma stiline dil deme gafletini gösteriyor. Hatta ‘internet Türkçesi, msn Türkçesi’ diyenlere de rastlamak mümkün. Hayır, bunlar Türkçe değil. Olsa olsa argodur, jargondur. Birkaç farklı anlamı olan argonun meslek erbabını ilgilendiren özel dil sınıf değil. Diğer anlamıyla örtüşeceğini zannediyorum: Her yerde ve her zaman kullanılmayan veya kullanılmaması gereken çoklukla eğitimsiz kişilerin kullanıldığı söz veya deyim.

Adına chat(çet) yapmak dedikleri, laklak saatlerinde yazılanlar çok garip. Bu garabeti göz önüne sermezden önce chat(çet) sözcüğüne değinelim. Chat, sohbet etmek, muhabbet etmek demek. Ne güzel bir anlamı var. Konuşmaları muhabbetten uzak, çetten çütten ibaret, özellikle gençlerimiz için bünyesinde bulundurduğu bir anlam da laklak etmek. Bu haliyle ismiyle müsemma oluyor.

Zamanların bir paraya satıldığı bu konuşmalarda rastladığım örneklere değinelim istiyorum:
*-s.a — selamün aleyküm demekmiş. Pekala yanlış anlaşılabilir: ben de a.s. diyen çıkar.
*-a.s. — aleyküm selam
*-hg —- hoş geldin
*-hb —-hoş bulduk
*-slm — selam, biz selama kızıyorduk, bunu bile gereksiz görüyorlar artık:slm
*-nbr —-naber ne demekse. Cevaben,
*-ii diyorlar. —-iyi demekmiş.
Peki ayrılırken neler söyleniyor:
*-aeo —Allah’a emanet ol.
*-kib —kendine iyi bak

Zaman zaman, yazıştıklarım arasında bu tür kullanım hatasına düşenlere rastlıyorum. Uyarıyorum ve gerekçelerini soruyorum. Hızlı haberleşmek, kelimelerden tasarruf diyorlar. Ne hazin bir cevap! İnsan, kelimelerle konuşur, anlaşır. Kullandıkları şeyler kelime olmadığı halde, bunların konuşuyor ve hatta anlaşabiliyor olmaları ucube bir dil ortaya koyuyor.

Türkçemize biz Türkler sahip çıkacağız. Türkçemiz bizimle yaşayacak, biz onunla varlığımızı ilelebet idame ettireceğiz.

İsmail Dönmez

Mevsimsiz Bir Fırtınadır Aşk

Biz ne dersek diyelim anlattıklarımız ancak karşı tarafın anladığı kadardır,
ulaşabildiğimiz yer ise asıl ulaşmaya çalıştığımız nokta olmaz çoğu zaman.
Amacımızı sorgularız! Beklentilerimizi… Doğrularımızı irdeleriz; daha sonra da
neyin kime göre doğru addedildiğini… Başımızı ellerimizin arasına alır, dalıp
gideriz uzaklara…

Birden fark ederiz ki hayat sınavlardaki gibi çözümsel değil, bir formülü yok
öyle elle tutulur, gözle görülür. Zira o, oldukça acımasızdır bizlere karşı;
toyluk zamanlarımızı, hatalarımızı fazlasıyla ödetir! Yanlışlarımız ödül bulmaz
dizilerdeki gibi. Ektiğimiz ne olursa olsun, öderiz o ya da bu şekilde… Dört
yanlış değildir bir doğruyu götüren; hatta beklenenin tam tersine bazen bir
yanlış dört doğruyu bile götürür…

Götürür götürmesine de yanlışın nerede, nasıl ve niçin yapıldığı anlaşılmaz bile
tarafımızdan çoğu kez. Yitip gidene, kaybedilene bakakalırız ağzımız bir karış
açık. Hatta yüzsüzce “Haksızlık” koyarız bunun adını. Yaptığımız yanlışın
arkasında durabilecek, ondan ders çıkarabilecek kadar bile insan olamayız!
Sevdalarda da bu böyledir. O çok sevdiğimiz kişiyi, üstüne delicesine
titrediğimiz sevdaları öyle tüketir, öyle yıpratırız ki… Zamanla karşı tarafın
duygularını, düşüncelerini, özlemlerini görmezden geliriz bencilce! Her şey
bizim istediğimiz zamanda, istediğimiz şekilde, ayarladığımız koşullarda
gerçekleşsin isteriz. İsteriz ki karşı taraf bize hiç ters düşmesin; ne
söylersek, ne dilersek koşulsuz kabul etsin. Bizden önce hiç yaşamamış sayarız
onu ve bizden ayrı bir hayatı da olmasın isteriz. Aşık olduğumuz, sevdaya
tutulduğumuz kişiyi bir başkasına dönüştürmek için çabalar dururuz bilinçsizce;
sanki amaç kimsenin onu bizim sevdiğimiz kadar sevmemesi, bizim gördüğümüz gözle görmemesiymiş gibi.

Deli divaneyken Mecnun misali, bir süre sonra anlam verilmez bir şekilde yetmez
olur kan verenimiz. Hiç doymayan aç kurtlar gibi hala bizim olmayanlara takılır
gözümüz. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacağımızın farkına
varamayız bir türlü. Hataların zincir halinde oluşmaya başladığı nokta budur
işte…

Telafi konusunda da o kadar beceriksizizdir ki, yanlışlarımıza yenilerini
ekleyiveririz. Sevda geçirmez yaptığımız kalbimiz adapte olamaz ödün vermeye,
yumuşamaz bir türlü. İçinden bir ses “Peşinden deli gibi koş, gitmesine izin
verme” dese de, zor gelir çaba harcamak… Konumumuz olur bahane, eş-dost ya da onurumuz yersiz yere yücelttiğimiz.

Sanırız ki kuru bir özür yetecek tüm kırgınlıklara… Sanırız ki kopan bir ipe
sıkı bir düğüm attığımızda tüm halatın en sağlam yeri o düğüm olacak ilerde. Hiç
hesaba katmayız ne kadar sıkı görünse de elimize aldığımızda canımızı acıtan tek
noktanın bize sağlam görünen düğüm olacağını…
Nedense hayatı sonsuz, fırsatları sayısız zannederiz! Heba etmeyi göze alırız
sevgimizle birlikte sevdiğimizi de…

Hayatın karmaşasında bizi ayakta tutabilecek tek gerçeğin “sevgi” olduğunun hala
kavranılamaması inanılır gibi değil. O kadar yabancılaşmışız ki Samimiyete,
Dürüstlüğe! O kadar yabancılaşmışız ki fark etmeden kendimize bile…
Hiçbir şeyin karşılıksız verilmemesini tasvip eder olmuşuz, ne acı. Dostluklar
unutulmuş, yardımlaşma ise masal! İyi niyet yok, içten davranışlar tutuk, bir
sonraki adımın peşinde herkes! Her şey oyun içinde oyundan ibaret ve kartlarını
açık oynayan yok. Senaristler hep bencilce başrolde; figüranlar sonuçtan bihaber
yazılanı oynama derdinde sorgusuz, sualsiz…

Sevdalarımız da böyle kısır döngü halinde. Sürekli almak ister gibiyiz hiç
vermeksizin. Hepimizin çıtası farklı olsa da, hedefe ulaşana kadar seferdeyiz.
Galip gelip de işgal edince bizim olmayan toprakları, sunulan meyvelerden
kaçıyoruz tam olarak tadına varmadan.. Korkuyoruz kendimizi kaybetmekten,
korkuyoruz sonuna kadar sevmekten, sevgimizi sevdiğimize göstermekten.
Hüzünlerimizi, acılarımızı bile doya doya yaşayamıyoruz; üstünü çikolatayla
kaplamış, yok saymışız onları, Pollyannacılık oynuyoruz…
Hayal ürünü kahramanlarla varolmayan sevdalar yaşıyoruz aslında… Aldatmacalar, yalanlarla örülü zamanlara tutsak ediyoruz yüreğimizi. Ama herkesten çok kendimizi kandırıyoruz biz. İçimizi ısıtacak Aşklardan kaçırıyoruz ruhumuzu!

Duvar örmüşüz önümüze; geçit vermiyoruz bizi insana çevirebilecek güzellikteki
hislere… Zırhımızı kuşanmış; kabuğumuzu çoğalttıkça kendimizi daha da güçlü
sanmışız. Olamıyoruz Çıkarsız, Net, Arı… Kalamıyoruz kimsenin karşısında
Çırılçıplak! Sevmeyi zayıflık sayıyoruz besbelli!
Haşmetli ve haşyetli dağlar yükseltmişiz yüreklerimizde kimselerin tırmanmaya
cesaret edemeyeceği. İzin vermemişiz hiç, zirveyi hedefleyenlere. Dinmeyen
fırtınalar yaratmış; kâh boran kâh çığ olmuşuz hayallerine… Ulaşılamaz kılmışız
kendimizi, aslında kendimize ulaşamazken. Buzullar kaplamış yüreklerimizi;
eteklerinde ise ot bitmez… Yapayalnız kalmışız doruklarda. Zaman geçtikçe
kapatmışız kendimizi güneşe bile. Kâinatı kaplayacak güçteki yüreklerimizde,
sevgi tohumları yeşermez olmuş. Baş başa kalmışız soğukla, yalnızlıkla…
Kendince bir açıklama bulmuşuz sevgisizliğe. Kiminde iş demişiz buna; çoğunda
da zaman. Doğru zamanı yakalayamamışız kendimiz için. Karşımızdakini de doğru zamana oturtmayı becerememişiz bir türlü. Maddiyata çevirmişiz yönümüzü. Küçücük kazançlar için seferber ettiğimiz benliğimizi manevi duygulardan kaçırmış, taşlaştırmışız. Parayı sevdaya tercih etmişiz aslında biz. Finansal bir fırsat gibi dahi düşünememişiz yüreğimizin kapısına kadar gelen kaçırdığımız, kaçırmakta olduğumuz ve daha kaçıracağımız sevdaları… Kış güneşimiz olmuş asıl sevilesi kişiler! Hayatımız bitmeyen bir koşuşturmaca, kalbimizde ise sürekli bir yarım kalmışlık hali…

Çilek tadında yaşanırken bir zamanlar sevdalar, mevsimsiz fırtınalar olmuşuz
şimdi; en güzel dalında yaprakları kurutarak savuran. Ne yaprağı anlamayı
denemişiz, ne de fırtına olmaktan vazgeçmişiz. Adamakıllı konuşamaz hale gelmişiz birbirimizle; derdimizi anlatamaz olmuşuz… Kapamışız kendimizi bir fanusa, gelene hep “hayır” demişiz. Gönülden gülemez
olmuşuz sonra. Unutmuşuz sevmeyi de sevilmeyi de… Korkmuşuz hep maskesiz
yüzümüzü göstermekten karşıya; kazanma şansımızı hiç düşünmeden, kaybetmekten ürkmüşüz. Belli ki gönlümüzü dört bir yanı kapalı, çıkış noktaları olmayan bir labirente koymuşuz; en büyük haksızlığımızı ise kendimize yaptığımızı
gözlerimizle görmeden…

Oysa bir tırtılın kelebeğe dönüştüğü o eşsiz anı yakalamak gibidir kendi
hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak. Ustalık ise o
olağanüstülüğün değerini zamanlı bilmekte.. Hayatın zalimliğine, çoğu zaman aynı
fırsatları sunmayacağına aldırmadan, her zaman bize cömert davranacağını farz
ediyoruz. Binde bir karşımıza çıkan sevgi ve aşk fırsatlarını ziyan ediyoruz
hep. Bedenlerimizi sapasağlam korumaya çalışırken yüreklerimizi paramparça
bırakıyoruz; ne uğruna neleri feda ettiğimizi kavrayamadan… Hoyratça
kullandığımız aşkların değerini kaybetmeden bilemiyoruz. ”Sakın beni bırakma!”
deyip sımsıkı sarıldığımız insanların avuçlarımızdan kaymasını sessizce
izliyoruz tepkisiz. Büyüdükçe akıllanacağımıza daha da çocuk oluyoruz
tatminsiz…

Nedense sorumluluk almaktan çekiniyoruz, güdülesi koyunlar gibi! Ne, ne
yaptığımızın bilincindeyiz, ne de yapmakta geç kaldığımız eylemlerin! Fütursuzca
yaşarken sevdaları aslolanı soramıyoruz kendimize. Dürüstlükten uzağız; aynanın
karşısına geçip yüzleşmekten, kendimizi kendimize itiraf etmekten aciz… Kim
bilir artık kendimiz sandığımız kişi kendimiz bile değiliz…

Başak Ergenekon

Memleketim

Otuz yıl önce geride bıraktığımız sadece gençliğimiz değildi… Hatıralarımızı,
özlemlerimizi şekillendiren birçok şeyi de oralarda bırakmıştık…
Boynu bükük insanların gurbette nasıl hasret ağına düştüğünü, bilmeyen yok
gibiydi… Saklanan, okuna okuna iyice kırışmış mektuplarda memleket şekillenirken, hasrete hasret katan acılar, hastalıklar ve ölümler gözyaşlarına adeta kaynaklık yapıyordu…

Diktiğimiz çam ağaçları oralarda büyürken, biz buralarda yeraltlarında
parçalanan insanlarımızın anıları üzerine şiirler yazıyor ve ağıtlar
yakıyorduk…”Bugün yine güneş oralarda çam ağaçlarımızın üzerine doğdu “ diye, teselliler arıyorduk…

Buralarda neler sığmadı ki memleketin içine ? Hayallerden taşan, rüyaları
süsleyen, konuşmalarımıza renk katan anılar diyarı memleketim…
Kınalı ellerinde bocutlarıyla mahalle çeşmesinden su dolduran; cıvıl cıvıl
elbiseleriyle, şalvarlarıyla narin genç kızlarımız, güğümleriyle analarımızın
çeşmebaşı sohbetleri hiç unutulabilir miydi? Asla…
Adeta duyguların kuruduğu batı ülkelerinde bir şehrin, bir mahallesinde görmek
mümkün değildi bu manzaraları…

Akşam üzeri iş sonrası babalarını karşılayan çocuklar…komşusunun sevincine ve
acısına ortak olan insanlarımız… Birbirlerine “gûnaydın” demeyi külfet sayan insanlar arasında yaşarken memleketimin öten horozlarını dahi özlemenin bir meziyet olduğunu düşünmemek mümkün değildi…
Gözyaşlarımla başbaşa kaldığım zamanlarda, dışarıdan gelen bana yabancı
kahkahaların akislendiği yerlerde bacalardan bazan memleketim tüter, sabahları
güneş yerine memleketim doğardı… İşte akşamın olmasını istemeyişimin tek sebebi de bu idi..

Bu sebeple kendimi geceyarılarında dahi sabaha yakın hissederdim.
Şu an Ankara’nın göbeğinde bir hastanenin odasında yatan anama nasıl
ulaşamıyorsam beni Paris’te tutan acılardan da bu denli uzaklaşamıyorum.
Memleketim tablomdaki renkler üzerinde şekillenirken, şiirlerimin kaynağı,
duygularımın da sembolüydü…
İşte yaşadığımız yerlerde bizlere teselli veren, herşeye rağmen yaşama sevincine
ulaştıran bunlardı…
Benim güzel insanlarımın yaşadığı, güzel memleketim seni çok özledim.

PARİS – 15.11.2001

TRT ‘nin açtığı yarışma için tarafımca hazırlanan bu yazı ; 21.12.2001
tarihinde Sevgili Haldun KARABUDAK’ ın yöneticiliğini yaptığı “Memleket Saati”
proğramında okunmuş ve TRT tarafından ödüle layık görülmüştür.

Üzeyir Lokman Çaycı

Limon ve Erkekler

Tıkalı dört bir yanı. Yollara gidip gidip geri dönüşler var
hayatımızda. İlk başlarda hep aynı serüvenle başlar hayat, nedir o taki bir
karşı cinse vurulana kadar yaşamamış olduğumuzu düşünüp dururuz ama
zamanla onun bir aracı olacağımız aklımıza gelmez. Komiktir aslında
erkeklerin durumu kadınlar hep isterler ve her defasında daha fazlasını.
Tükenilir gidilir bir çok yazar bunu limon gibi suyunun bitmesi ve tek
damla kalıncaya kadar suyunun çıkması olarak ifade etmişlerdir. Hep önde
olan biz olduk önlerde, ne değişti hayatımızda hep erkek aldatır kadın
aldatmaz yaa arkadaş aldatmak tek kişiyle olan bir durum değildir ki iki
kişi gerekir. En büyük tehlike ise kadınların bu tip şeyleri kafamıza
zamanla yavaş yavaş kanımıza işlemeleridir. Bu konuda doğuştan
yeteneklidirler. Hakikaten farklıdırlar biz erkeklerden bu durumları bertaraf
etmek aslında çok zor değildir. Unutmayınız ki hayatta hiçbir z
aman hak edilen değerden fazlası başkalarına verilmez, verenlerin
durumu ortada. Yakinen tanıdığım çevremdeki arkadaşlarım durumsal olarak
hayatları ayrılıklardan sonra kabusa dönüşmektedir. Genelde ortada
kalırım iki tarafta arkadaşımdır. Kadınlar oyunu kitabına uygun olarak
oynarlar biz erkekler ise kalben yaşarız. Gelecekte ne olur yardıma ihtiyacı
olur mu, bensiz ne yapacak. Ben bu sorulara kısa öz bir cevap
verebilirim başka birilerinde hayat arıycaktır. Aslında sıkmak için yeni limon
keşfedecektir büyük bir ihtimalle de bulunacaktır.

Önder Sargın