Aşktan Sonra Eşitlik Yoktur

Aşk, sevilende evrenin özetini okumak olmalıdır. Kendini güvende hissetme,güdüsel zorunluluklar,sürüye katılma ya da başka bi gerekçeye aşk denilmez.Aşk bencillikte değil fedada değil.Uykulu gecelerde değil uykusuz gecelerde değil.Aşk doğruda değil parabolde değil.İlkde değil sonda değil.Sorunluda değil sorunsuzda değil.
Lafı fazla uzatmadan aşk:
Evrenin özetini sevilende okumakta değildir.
Anladım ki aşktan sonra eşittir yoktur.
Her aşk sadece kendisince kavranır.

Mahavira

Asena Öldü

Evet Asena öldü lakin ruhunu şad eden müspet kılıfa bürünmüş biraz da kendine entelektüel hava katmış zatlara seslenişim niye acaba… bırakın dünya coğrafyasındaki müslim kadınların halini de önce kendi coğrafyanızdaki kadın hallerini bir gözden geçirin…kadının kutsallığı…kadının duygusallığı nerde… gittikçe erkekleşen kadınları görmez misiniz…kıyafetleri saç kesimi şekilde ve zuhurda gittikçe erkekleşen kadınları görmez misiniz…

Ben en çok kadını mendil düşürürken o cilveli haliyle tanıdım devr-i lalede…kadın letafet deryasında erkeğini gülistana çekebilecek bir cazibe merkezi olmalı…her bir kadın erkeğine gül-i ra’na olabilecek bir kalp ile yaşamalı…gül ilk defa koklanmalı ve bire koklanmalı…sabır ile zaman ile güle sadık olunmalı ve gülden sabır ile zaman ile sadakat beklenmeli… sahi nerdeyse o kadın bu coğrafyanın hangi ikliminde yaşıyorsa o havayı solumak isterim…

Yok efendim Müslüman coğrafyaların duvarlar arkasındaki kadınını arayıp bulmak ve bunu çok bakir bir düş sebebi saymak ne kazandıracak size…siz öncelikle siz olun…soluduğunuz havadaki özgürleştikçe köleleşen kadını bulun ve çıkarın…sahi bana kızan seslerin şimdiden ayyuka çıktığını hissedebiliyorum…

Peki sadece kadın mı özgürleştikçe köleleşiyor ya çocuklara ne demeli…neyse çocuklar sonraki mevzu…kadın evet en çok reklam konusu kadın…yani özgür kadın…parası cebinde sırtı pek kadın…seçimi kendi elinde kimyası erkeklerle bozulmuş sözde özgür kadın…Laylaları… Reinaları… dolduran duvarın öte yakasındaki deforme olmuş kadın…sahi hangi biri nezaketi barındırmakta hangi biri letafete ram olmuş ve hangi biri kendini özündeki yani ruhundaki alemine ben bu özgürlüğümden çok mutluyum demekte…birinin kolundaki kadın belki bir saat sonra başka birinin kolunda… bunun seçimini yapan da o sözde özgür kadın…ruhunu şeytana satmışların meydanındayız ve siz çıkmış sanki kendinizi kurtarmış gibi başka coğrafyaların duvar arkasındaki kadınını aramaktasınız…şimdi bana bu kadınlara partner olan erkekler çok mu masum diyorsunuz… elbette değil…kadını eleştirmek kendi nefsinize kolay geliyor değil mi dediğinizi duyar gibi oluyorum…

Yazarının adını hatırlamadığım fakat kitabın isminin “aşkın metafiziği” olduğunu sandığım kitabında yazar şöyle demişti…kadın neden aldatmış sayılır diye bir soru yöneltmiş ve cevabını da şöyle sıralamıştı…bir kadını 100 erkekle birlikte olmasını sağlayın kendisinden yalnız ve yalnız (ikiz olma ihtimali dışarıda kalmak kaydıyla) bir çocuk dünyaya getirebilecektir öyle değil mi…peki erkeği 100 kadınla birlikte olmasını sağlayın her birinden bir çocuk yani 100 çocuk dünyaya getirecektir…yani kadının aldatmışlığı 100 erkekten birinden aldığıyla çocuk dünyaya getirip diğer 99 u nu atlatmış varsayımıyla hareket edersiniz…ben bunu kadın ve erkek meselesine getirerek mevzuyu dağıtmak istemiyorum…eleştirmek istediğim nokta yaşadığımız coğrafyanın akl-ı selim bir kadını çıksın da bu coğrafyanın iklimlerinde soluyan kadın profillerini görsün ve…ve onun üzerinde bir belgesel çeksin…kendini kafdağının başında kadına bakışını tepeden değil tabandan görsün… Asena öldü…siz ki eğer o zavallı kadın profilinde olmak istiyorsanız diyeceğim yok…eğer kadına… sorunlarına… duygularına… yaşam tarzına… ve olumsuz değişimine çözüm getirme gayretinde olacaksanız kadın Türkiye’ de de… Fransa’ da da… Almanya… Malezya… Afrika vs her yerde kadın aynıdır ve bu kadınların kimyası da aynıdır yani yaradılış meselesi erkekte olduğu gibi…

Kimyayı boş verip de duvar arkasındaki kadını başka coğrafyalarda aramanıza gerek yok…siz kendi coğrafyanızın iklimlerini güzelleştirin ve değerinize değer katın…lakin sizden Asena olmaz… olamaz… olmamalı…sizden sadece özünüzdeki o ruha sahip çıkıp yücelmenizi istiyoruz…lakin Asena öldü…onu tarihin derinliklerine gömülen bir zavallı olarak tanıdık…lakin o da görememişti özdeki yücelmeyi… ruhtaki güzelliği… siz niye yücelen ruhları göremeyesiniz ki…içinizdeki Asena kırıntılarını dökün de Hatice kadınımız…Ayşe kadınımız… Meryem anamız…Fatıma kızımız olun…olun da kendinizi devr-i aleme uyarlayın…hadi görelim sizi…

Mehmet Kelebek

Ars Longa Vıta Brevis

Babam öldüğünde 66 yaşındaydı. Tam bir şok oldu, bizler için.
Beklenmeyen bir ölüm ! Ama, hangi ölüm beklenir ki ? Her ölüm erkendir,
derler. Ama insan ölümün acısı taze iken böyle şeyleri düşünemiyor pek.
Yıllardır beraber yaşadığınız, hergün aynı ortamı paylaştığınız, acılara
ağlayıp sevinçlere beraberce güldüğünüz insan bir gün çekip gidiyor. Bir
daha dönmemek üzere hem de. Hatta, o gitmiyor da siz alıp bir çukura
koyuyorsunuz onu. Öteki dünya inancınız varsa eğer, kendinizi avutmak
için bir bahaneniz de var demektir. Eğer böyle safsatalara
inanmıyorsanız, her yağmur yağışta, her karda aklınıza geliyor
sevdiğiniz insanın sizden uzaktaki yalnızlığı. Ama ölüm bu işte ! Oysa,
hayat devam ediyor ve ölenin sadece maddi varlığının ortadan kalktığını
ama anılarla her an yaşamakta olduğunu, sizinle beraber olduğunu
düşünerek bir parça avunabiliyorsunuz.

Şimdi düşünüyorum da yaşamın kıymetini biliyor muyuz ki ölüm
hakkında böyle ahkam kesebiliyoruz ? Geçmişe baktığımızda hayatın ne çabuk
akıp gittiğini sıklıkla tekrarlarız. Ama zamanımızı bonkörce harcamaktan
da geri kalmayız. Geleceğe bakmak, bir ucu açık bir zaman dilimini
düşünmektir. Ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için hayat hiç
bitmeyecekmiş gibi gelir çoğumuza. Yaşamın fani olduğunu sıklıkla
tekrarlayanlar bile, geleceğe yönelik hesaplarında ne kadar
iyimserdirler. Ölümün hep uzak bir noktada olduğu düşünülür ve bir
mirasyedinin savurganlığıyla günler geçirilir.

Kaç yaşında öleceğimizi kaçımız düşünmüşüzdür ? 40’lı yaşlarında
olan, diyelim ki 45 yaşında olan, bir insan gelecek hakkında ne
düşünür ? Gençlik yıllarını düşündüğü zaman hayıflanmaktan geri kalmaz ve
zamanın ne kadar çabuk akıp gittiğinden dert yanar. 20’li yaşlarını,
okul yıllarını, askerlik dönemini daha dün gibi hatırladığını söyler,
nostaljik bir heyecan içinde. Sözkonusu olan dönem yaklaşık yirmi yıl
öncesidir. Ama aynı kişi yirmi yıl sonrasını aynı yakınlıkta hayal
etmez. Bir gün 60’lı yaşlara varacağını bilir elbette, ama daha çok
vardır o günlere. Koskoca bir yirmi yıl ! Geçmişi düşünürken “ne çabuk
da geçti !” dediğimiz yirmi yıl, geleceğe bakarken “koskoca bir yirmi
yıl !” olur.

Üstelik, çoğumuz hayatımızı istediğimiz bir şekilde de yaşamayız.
Çoğu zaman böyle yaşamak istediğimize inandırmışızdır kendimizi. Ya da
varolan şartlar içinde en iyisinin bu olduğuna razı olmuşuzdur. Yaşam
o şekilde akar gider ki, gerçekten en iyisinin bu mu olduğunu
sorgulamak için bir fırsat bile vermez bize. Tek tek ağaçları bir yana
bırakıp ormanı göremeyiz bir türlü. Hayatımız çoğu zaman bizim
seçtiğimiz değil, seçtiğimize inandığımız biçimde akar gider. Kendimiz
için değil de başkaları için yaşarız çoğu kez. Ama kendimiz için
yaşadığımıza, böyle yaşamamız gerektiğine de en önce kendimiz inadırırız
kendimizi. Buna sağduyulu olmak deriz, bir de.

Babam eski günlerden söz açıldığında söylerdi hep. 19 yaşındayken
ayrılmış memleketinden. Bir çeşit gurbete çıkmak yani. Çalışmak için
değil ama, okumak için. İstanbul’a geliyor ve askeri okul sınavlarına
giriyor. Sene 1952. İki yıllık kısa bir eğitimden sonra deniz astsubayı
olarak orduya katılıyor. Emekli olduğunda 63 yaşındaydı.(Askerlikten, daha
önce emekli olmuştu ama sonra çalışmaya devam etti. Daha doğrusu
mecburdu buna.) Bütün bir hayatı çalışarak geçti. İlk ondokuz yılı da
sayarsak sadece 22 yıl çalışmamış. Hayatının üçte biri yani. Ama
emeklilik devresi sadece üç yıl. Yani yirmi ikide bir ! Sistemin
özverili ve namuslu bir şekilde çalışan insana armağanı budur, işte !
Hadi, babam bir istisna diyelim ! Erken ve beklenmeyen bir ölüm
emeklilik devresini kısa kesti. O yıllarda yapmak üzere ertelediği birçok
şeyi yapamadan gitti, babacığım ! Peki, hangimizin ileriki yıllara
ertelediğimiz işleri yapma garantimiz var ? Bırakın yıllar sonrasını,
iki-üç gün sonrasını, hatta iki-üç saat sonrasını görebileceğimizin
garantisi var mı ? Bu yaklaşım, çoğu kişiye çok karamsar görünebilir.
Bir bakıma öyledir de. Ama iyimser olanların iyimserliklerinin garantisi
yoktur. O iyimserlikleri boşa çıkaran olaylar meydana geldiğinde hayal
kırıklığı çok daha büyük olmakta ve son pişmanlık da fayda etmemektedir.
Zaman ikame edilemeyen tek varlığımızdır. Ama onun gereksiz işler için
harcamakta ne kadar da rahatızdır. Oysa yitip giden zaman değil bizzat
varlığımızdır.

Hayatımızı çoğunlukla başkaları için yaşarız. Zamanımızın ve
emeğimizin çoğunu bize doğrudan katkı yapmayan işler için kullanırız.
Çalışmamızın karşılığı belli bir hayat standardından faydalanmamızı
mümkün kılar ama emeğimiz karşılığında elde ettiklerimiz çoğu zaman
sadece maddi yaşamımızı idame ettirmemizi sağlar.
İnsanlık tarihine baktığımızda ilkçağlardan bugüne insanların
yaşayış biçimlerinin, adetlerinin, geleneklerinin, toplumsal örgütlenme
şekillerinin sürekli değiştiğini, kısacası yaşamın değişmeyen yasasının
değişim olduğunu görüyoruz. Bu uzun süreç içinde insanın üretim
faaliyeti farklı biçimler alsa bile süreklilik gösteren bir uğraş,
hatta zorunluluk olarak kalıyor.

İnsanlar, üç ana eksende üretim yapıyorlar. Birincisi, kendilerini
üretiyorlar, çoğalıyorlar. Çoluk çocuk sahibi oluyor, nesillerini devam
ettiriyorlar. İkincisi, yaşamlarını devam ettirmek için gerekli mal ve
hizmetleri, yani hayatın somut şartlarını üretiyorlar. Ve nihayet, hem
bu sürecin bir sonucu hem de katalizörü olarak din, hukuk, felsefe,
siyaset vb. şeklinde düşünce üretiyorlar. İlk iki alandaki üretim
hayvanlar dünyası için de geçerli. Hayvanlar da kendilerini üretiyorlar.
Yaşamlarını sürdürmek için gerekli maddi nesneleri “üretiyorlar”.
(Hayvanların gerçek anlamda üretim yapmadıkları ileri sürelebilir ki
doğrudur. Ne var ki, ilk iki alanda hayvanların içinde bulundukları
“faaliyetin” amacı sadece biçim olarak insanlardan farklıdır. “Amaç”
olarak değil ! İnsanların kendilerini üretmeleri ya da şu veya bu
amaçla kendi kullanımları için mal ve hizmet üretmeleri belli bir
formu, belli bir gelişim düzeyini, bir kültür biçimini yansıtır.
Hayvanların “üretiminde” eksik olan bu gelişmişliktir. Faaliyet
içgüdüseldir. )

Bu bağlamda insanı insan yapanın, hayvandan farklı kılanın üçüncü
boyuttaki üretim ve yaratım olduğu söylenebilir. Ama ne yazık ki en
çok ihmal ettiğimiz de budur. Yaşamımızı güzelleştirmek, derinleştirmek
için zaman ayırmak bir yana, insanı insan yapan en önemli uğraş olan
düşünmeyi diğer işlerimizden arta kalan zamana sıkıştırırız. Çoğu kez
böyle bir fırsatımız bile olamaz, hayatın akıp giden yoğun temposu
içinde. Bu tempo ne hayatı ne de kendimizi sorgulamamıza fırsat tanımaz,
sürecin peşine takar bizi, şartların kölesi yapar, ehven-i şeri
benimsememizi meşrulaştırır. Oysa en büyük şer, ehven-i şerdir.
Kötünün iyisine razı olmuşluğumuzu meşrulaştırmaya da gerçekçilik
deriz, çoğu zaman. Böyle bir yaşamı “hayvanlar gibi yaşamak” diye
tanımlasam, çok mu abartmış olurum acaba ?

İnsanın kendine ve sevdiklerine zaman ayıramadan ya da onları
arta kalan zamana sıkıştırarak yaşamasının vade doldurmaktan ne farkı
vardır ? Sadece bunu yüksek sesle itiraf etme cesareti gösterilmez,
yaşamın dayatmasına bilgece boyun eğilir ve kabullenilir. Ölüm kapıyı
çaldığında çok geçtir artık.

Babamın en büyük “hayali” resim yapmaktı. Hayali tırnak içine
aldım, çünkü emekliliğinde yapabileceğini düşünüyordu. Planı değil,
“hayal”i diyorum, çünkü, en azından, bizim aile ortamımızda bile ben
bunu sorana kadar bu hayalini kimseye açmamıştı. İşte, böyle bir şeydi,
“resim yapabilmek” babam için : Hayal ile gerçek arasında gelecek
yıllara ertelenen bir umut… Sonra ne oldu ? 60’ına geldiğinde, sürekli
ertelemenin verdiği bıkkınlık belki de, hayalini gerçekleştirecek enerji
bile bırakmamıştı babamda.

“Ölüm,
adildir” demiş,
bir acem şairi.
“Aynı haşmetle vurur
şahı, fakiri…”

Nazım böyle diyor ama, ölüm de yaşam kadar adaletsiz bir
bakıma… Yaşamın adaletsizliğini yaşayarak görüyoruz çoğu zaman ama,
ölümün “adaletini” anlamak için ölmek mi gerekiyor ?

Serdar Ant

Aranan Kimlik Nasıl Bulunabilir

Elinize hangi gazeteyi alırsanız alın , haftalık derginin ilan sayfalarını karıştırsanız karıştırın, küçük küçük kareler , sıra sıra sütunlar arasında , şöyle ilanlar görürsünüz; ”Nüfüs cüzdanımı kaybettim , evlenme cüzdanımı, ehliyetimi , ssk kartımı ……. vs. ”Hafıza_i beşer , nisyan ile malul” olduğuna göre, kişinin bazı eşyalarını kaybetmesinin yadırganacak bir tarafı yoktur .. Ammmaaaa….. Kaybolan kimlik hangi kimliktir .? Benliğin özeti olan kimlik ise kaybolan; kişilik, duygu, sevgi. İnsanlık ve ruh da elden gitmş demektir . Ruhsuz millet olur mu ki , genç olsun ? Olnaz elbette.. İşte o zamn bir arayıştır başlar gençte… Aradığını bulamazsa, bulmasına yardım edilmezse de genç bunalıma girer … Toplumu da peşinden sürükleyerek hem de …

Geçtiğimiz günlerde bir gazete sayfasında şöyle bir haber ilşti gözüme : Prof .dr. Atalay Yörükoğlu , bir açıklama yaparken , ”Ben kimim amacım nedir ? ” sorusua cevap bulamayan gençlerin KİMLİK BUNALIMI’na girdiklerini açıklıyordu. Bu sorulara cevap veremeyen gencin kendini boşlukta hissederek, hippi, hatta heavy metalci ya da terörist olabilceğini de ekliyordu görüşlerine … Kaybolan her eşya için verilecek bir ilan , kayıp eşyanın bulunmasına elbette yardımcı olur. Ama insan KİMLİĞİ, hele hele toplumun dinamizmi olan gencin kimliği, kişiliği öyle ilanla bulunur şey değil … Önce o gence gerekli kimliğin ne olduğu üzerinde anlaşabilmek gerek …Öyle ya , insan neyini kaybettiğini bilmeden nasıl arayabilir ki? Ya kaybeden de kendisi değilse… Babası , dedesi , amcası , dayısı, teyzesi kaybetmişse o gencin kimliğini … Çıkabilir mi bu işin işinden kolayca ? Sanmam …. Gencin kimliğini kaybedenler pek sanmıyorum ya biraz da utançlarından, ortaya çıkıp mertçe ”evladım sana faydası olur, ilerlersin diye senin kimliğini biz sakladık .Yırtık, yaktık kaybettik. Senin eline geçmemesi için herşeyi yaptık . Şimdi de pişmanız . Olan oldu bir kere diyebilirler mi ki ? Neredeeee . Bu bile büyük bir kar olurdu … Bunalan , sıkılan , sıkışınca çareyi intiharda ,inkarda hatta ve hatta din değişmelerde bulur hala getirilen gençliğin temel meselesi; en azından iki kuşak geriye bakıp kendi kimliğimin kaynağına ulaşmadır .Ögreneceği kimliğin esaslarını, kendi kişiliğine bir gömlek gibi ,derisine yapıştırırcasına giymek zorundadır.Genç işte o zaman görecektir ki, ne bunalan kalmış , ne de manevi sıkıntı… İnsan kendini bulur da sıkılır mı ? Birkaç soru sorarak bitirmek isterim satırlarımı …. Bu aziz toplum ve onun gençliğini , kimliğini kayıp mı etti , yoksa çaldır dı mı ? Bu necip milleti temsil edenler , bir lokmalık menfaat için , bir kazan yemeği dökmek gibi öz kimliğimizi başkalarının ellerine teslim mi ettiler ? ”Size yepyeni bir kimlik gerek ki bize yetişeseniz .” diyenler, sözlerini dinleyenleri kandırıp da , bir nesli ve gençliğini , yeni bir kimlik peşinde kendi kimliğinden soyup , ondan sonra çırılçıplak orta yerde mi bıraktılar ? Çırılçıplak kalınca korumasız olduğumuzdan , yazın sıcaktan kavrulup kışın da soğuktan donar mı olduk ? Sığınacağı limanın , bir saçak altının bile adresini bulabilmekten yoksun olan bu KİMLİKSİZ GENÇ kavrulmasın ya da donmasın ne yapsın ? Bu acının ve utancın hayattaki sorumlulukları acaba bu sorulara cevap verebilirler mi ?

Düşünceyüreği

Anlamalı İnsan

Bazen olur ya; yorulup kaldığımızda bir yerlerde, yaşamdan bir nefes daha almak istedigimizde, dönüp bakmalıyız aynaya..Sırtımızı dönmek fayda etmez dağlara.. Ne zamana kıymalı insan ne de keşkelerine ağlamalı, bunalıp kaldığında bir köşede. Yeniden yola koyulmalı, yine yeniden sevebilmeli yokuşları. Ertelemeye gelmez hayat: Ne varsa bir gün yaparım diye ertelediği, bir yerden başlamalı vakit kaybetmeden. Her geçen günün adım adım hesabından düşüldüğünü unutmamalı insan. Bazen değiştirmeli bir şeyleri. Çok değil küçük şeylerden başlamalı, bir gün de bir durak önce inebilmeli bazen. Evine girerken taşıdığı ne kadar dert varsa içinde, aşabilmeli bazen kapı önündeki ağaca.

Kendiyle barışmalı insan.Yüreğine takmalı bazen pembe gözlüklerini. Baktığını değil gördüğünü hissedebilmeli bazen. Yerinden çıkıp bazen koyabilmeli bir başkasının yerine kendini. Ağlayana sus demeyi değil onunla ağlamayı denemeli bazen. Farkedebilmeli hayatın gerisinde değil tam içinde olduğunu. . Sevmenin bir insanı üzmekten daha değerli oldugunu farkedebilmeli bazen. Sadece söyleyecek bir şeyleri olduğunda değil, tıkanıp kaldığında da dinleyebilmeli. Bazen içinden geldiği gibi davranmalı insan aldırmadan kimseye. Hiç uzaklara gitmeden kendinde aramalı huzuru. Dünya değişecekse eğer bir gün, bilmeli dönüm noktasının kendisi oldugunu. Anlayabilmeli ölümün ayrılıktan daha kolay olduğunu, sevdiklerini kaybetmeden önce. Sevilmenin bir insanı sevmekten başladığını öğrenebilmeli. Kötülüğü değil iyiliği emretmeli. Hatırlamalı sevgilerin paylaştıkça arttığını, acılarında olduğunu unutmadan.. Keske demeden anlayabilmeli, şükretmenin ne demek olduğunu.. Ve unutmamalı insan elinde olanların elinde olmayanlardan daha değerli olduğunu…

Yasir Babaarslan

Akıl Başa Bela

Oldum olası aptal insanlara tahammül edemem; yaşantımdan uzak tutmaya çalışırım. Yavan gelir sohbetleri. Ve anlatılanın karşımdaki kişi tarafından anlaşılamıyor olduğunu birebir görmek rahatsız eder beni. Aynı frekansta değilimdir. Ne o benim söylemek istediğini anlar, ne de ben anlatmaya çalıştığını tam olarak anlatabilirim. Can sıkıcıdır iletişimsizlik ve de yarım kalan duygu düşünce, transferi…

“Aptal dostun olacağına akıllı düşmanın olsun!” diye boşa dememişler. Zira dostun aptalsa eğer; istemeden de olsa düşmandan beter zarar verir sana. Bu yüzden arkadaşlarım da, hayatı paylaştığım insanlar da kesinlikle zeki olmalıdır. Tahammülüm yoktur yapılan espriyi bile anlayamayacak; imaları çözemeyecek; Çorum’un hikâyesi anlatıldıktan sonra bile leblebiye varamayacak olanlara… Düşman bile olsa akıllı insan her zaman caziptir gözümde; en azından zekâ vardır niyetinde, özünde ve de sözünde… Korkmam yani ben çoğu hazımsız gibi akıldan, mantıktan, bana güç katacaktan…

Bilginin güç olduğu öğretilerek büyüdüm ben; bilgiyi doğru yerde kullanabilmenin beceri olduğunu ise hayat gösterdi. Acı tatlı bir sürü tecrübe geçirdim ve o tecrübelerden aklımı ancak doğru zamanda, doğru şekilde kullanarak ayağa kalkabileceğimi; tatlılıklara da daha fazla tat katabileceğimi öğrendim. Onlardan ders aldım, çıkarımlarımı yerinde kullandım. Ne kadar bilirsen o kadar güçlü olunurmuş öğrendim. Aklımı kullandıkça güçlendim, egolarım törpülendi. Aklımı kullandıkça akılsızlığın ne kadar bunaltıcı ve rahatsızlık verici olduğunu gördüm. Ve daha da güçlü olabilmek için en çok aklımı güçlendirmeyi yeğledim…

Aptal insanlara gelince; yaptıklarından mesul tutulabilecek idrak gücüne sahip olmadıkları için beni delirten, çileden çıkaran hal ve hareketlerini yüzlerine direk söylediğimde bile istediğim ve tatmin eden cevaplar veremezler. Ben de kendi kudurmuşluğunla öylece ortada kalır “Bunu anlamak bu kadar mı zor?” dercesine yalvaran gözlerle karşımdaki anlayış fukarasına bakakalırım. Ya da gülümseyiveririm fark etmeden, anlaşılması gereken doğru kavranmadığında. Ama o bakışımın da, gülüşümün de anlamını anlamayacak kadar acizdir.

“Allah beyin dağıtırken bu neredeydi acaba?” dediklerim vardır mesela. Onlar yardıma muhtaç, evlere şenlik tiplerdendir. Karagöz ve Hacivat oyununun bir karesini canlandırıyormuşum gibi defalarca esas konuya dönmeye çalışırım. Ne yapsam boştur artık. Mevzu bahis olanı anlayamazlar bir türlü. Kızamam; çünkü kapasiteleri o kadardır. Olan tüm kapasiteleri de bir bezelye tanesini geçmez.

Doğruluk payı olmadığı halde kendinin akıllı olduğunu sananlar ise “vahim” sınıfına koyduklarımdandır. Kendi aptallığının farkında olmadığı gibi kendinden hiç farkı olmayanları aptal olarak lanse ederler. Mantıklı bir yorum yapmalarını beklemediğin veya o beklentiye girmediğin sürece komiktirler. Zararları sadece kendilerine ve de onların aklına güvenip yola çıkan daha aptal olanlaradır…

Beyni kullanılmadığı için düşünme yeteneği örselenmiş olanlar vardır. Uzun süre antrenmana ara vermiş sporcuların kasları gibi olmuştur gri beyin hücreleri. Onları kullanmaları gereken bir konu çıktığında da eşekten düşmüş karpuza dönerler birden. Açılmaları zaman alır. Pratik yapacakları uygun bir ortam veya yardımcı arkadaşlar bulunursa etrafta, belli bir süre sonra ilerleme kaydedip eski hallerine dönebilirler. Ama yine de ara sıra nükseder hamlamaları. Bönlük girmiştir ya bir kere metabolizmaya, arada bir olsa da teklerler…

Aslında bir lütuf olduğunu fark edemeden sahip oldukları akıllarının, ondan çok duygularıyla hareket edenler vardır aramızda. “Duygusuz olunmalı; hep mantıklı davranılmalı” demek istemiyorum! Kastettiklerim ikisinin de zamanını ve mekânını doğru ayarlayamayanlar… Duygularını ortaya dökmeleri gereken zamanlarda mantıklarıyla hareket edenler; ya da mantıkları ve sağduyularıyla hareket etmeleri gerekirken duygularına gem vuramayanlar. Zamanlama hataları hayatları boyunca büyük sorun olur. Ve neyi nerde yanlış yaptıklarını anlayamazlar bir türlü.Aklını kullanamayanlar vardır bir de. Aklını kullanamayacak kadar aptal olanlar… Onlara sunulan şanslar ve seçenekler kör gözüne parmak şeklinde önlerinde olsa da göremezler bir türlü; parmağı da, şansı da, doğru seçeneği de… Yaptıklarının yanlış, hatalı ve kötü sonuç getireceğini bilseler de olay anında mani olamazlar bir türlü içlerindeki

“Yanlış olanı yap” diyen sese. Sonradan akıllarını kullanarak çözebileceklerine inandıkları sorunlara, akıllarını sorunun cereyan ettiği ve de tam gerekli olduğu anda kullanmayı akıl edemezler nedense… Onca akla rağmen ellerinin avuçlarının içindekileri haybeye kaybederler… Akılsız başlarının cezasını ayakları bir ömür çeker…

Arsız akıllılar vardır. Hiç doymayan aç kurtlar gibi her şeyin daha fazlası için hırs yapanlar… Bencildirler; karşısındaki kim olursa olsun onun duygu, düşünce ve ihtiyaçlarına karşı kayıtsızdırlar. “Ben”le başlar tüm sözleri ve yine “ben”le biter bütün cümleleri. Kendi egolarıyla o kadar meşguldürler ki doğru dürüst bir şey paylaşamazsın onlarla. Hırsları akıllarının önüne geçmiş olan bu karakterdekiler, sonunda yapayalnız kalırlar ya da en fazla akıllıyla hükmedebildikleri, hırsları uğruna ziyan edebilecekleri aptallar toplarlar yanlarına…

Bütün bunların arasında aptal rolü oynayan akıllılar vardır ki en tehlikeliler bunlardır. Kendimce çok gelişmiş beynimle bu tür insanlara aptal muamelesi yaparken asıl aptalın ve aptal yerine konulanın kendim olduğunu anlayınca dona kalırım. Bu tipleri tehlikeli yapansa niyetleri daima gizli olmasıdır. Sen ona tüm içtenliğini sunmuşken o dürüstlükten tamamıyla uzaktır. İnsanların açıklarını arar, onları biriktirir ve yeri gelince onlarla beslenirler; çünkü kişisel menfaatleri her şeyin üstündedir. Hiç tereddüt etmeden en sevdiklerini bile yarı yolda bırakırlar ve açıklama yapma zahmetinde bile bulunmazlar. Yaptıkları açıklama ise en fazla “Hayat işte!” olur. Sakınılması gerekenlerdendirler; çünkü çaktırmadan, çoğu zaman da sinsice karşısındaki eşi, dostu, akrabayı ya da sevgiliyi kullanarak hedeflerine hem de zalimce ulaşmaya çalışırlar. Sen de kilitlendikleri amacı bilmediğin için saf saf yardım edersin.

Siz hangi akıllılardansınız ya da hangi akıllı sınıfına sokulmak istersiniz?
Hangisi size daha cazip, hangi türümüz daha çok prim yapıyor gerçek hayatta?
Aslında akıllı olmanın da başa bela olduğu bir hayatta yaşamıyor muyuz hepimiz?
Çoğu zaman aptal olup etrafınızdaki hiçbir şeyin farkında olmamayı, fark ettiklerinizi aslında fark etmemiş olmayı dilemediniz mi hiç siz de benim gibi? Hayat o zaman daha kolay, algılayacak bir zekânız olmadığı için yaşam daha yaşanabilir görünmedi mi size de?
Beyninizin idrak ettiği yalanlardan, hilelerden, aldatmacalardan ya da sizden yana olmayan tercihlerden bunalıp içmediniz mi yoksa sabahlara kadar?
Uyuşturulup tüm belleğinizin sizden habersiz silinmesini dilemediniz mi pek çok kez?
Acılarınız bir sonraki başlangıçlarınıza ket vurmadı mı bilinçsizce ya da hatalarınızdan aklınız sayesinde dersler almadınız mı; ve yaşananlar size ıstırap vermedi mi defalarca?
Aklınız ve aklınızın çıkarımları yüzünden savunmasız kalmadınız mı hayatta? Tüm gece düşünüp uykularınızı ziyan ettirmediniz mi kendinize? Yeni güne yorgun başlamadınız mı sonra?
Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünebildiğiniz için “Paranoyak mı oluyorum acaba?” diye geçirmediniz mi içinizden?
Sırf aklınızdan dolayı “O bunu gözü kapalı halleder” “Ancak O çözümler bu olayı hem de çabucak” diye bütün işler üstünüze yıkılmadı mı ve siz bundan bunalmadınız mı daha önce?
Aklınıza imrenenler ve de aynı zamanda çekemeyenler yüzünden sorunlar yaşamadınız mı hayatta?
Cidden Aptal olup da hiçbir şeyin bilincinde olmamayı dilemediniz mi yürekten?
Aklınız başınıza bela olmadı mı bugüne kadar hiç?

Başak Ergenekon

Ah Melekem

Yılkının yelelerine tutunmuş hırçın biraz da hoyrat bir kızın bana yaptıklarına bak… bak hele malayı eline almış bir de duvar örmekte… dört nala giden bir atın dizginleri elinde köyün kolhozlarından bakına dursun… ben enkazında ölmelerdeyim şimdi… kara kuru kızım simsiyah şaçlarından yüzünü görmek ne mümkün… ne mümkün deşirikliliğine dil uzatmak… ondan daha iyi olmada iddaalarda olmak… sen küçük kızım, içimde yıllardır aradığım yıldızım, cansuyum… melekem…

Sırma saçlarından hayata tutunduğum gözlerinden döktüğün boncuk boncuk yaşlarında boğulduğum… o yılkının yelelerinden yaptığın urganla mı boğacaksın beni… ki ben zaten sensizlikte bir ölüydüm… ölüler nasıl yaşarmış… hele beni bir mona – rozadan sorsana…

Beni lebolya çiçeklerinden sor… bir bataklığı nasıl kuruttuğumuzu söylesinler… kolay mı bataklıktan son anda kurtulup da o bataklığı sonradan kurutmak… yedi tepeli şehrin yollarına düşme vakti geldiği an beni üftade yollarında keşfet… ne anlayan olsun beni senden gayri ne resmeden… ezgilerimde suzidil mi suzinak mı dersin… hepsi birden gözlerimde yaş olmada…

Neye muhtacım bilmiyorum senden gayri… ama biliyorum ki bir ağaçsam ve bir dalım var ise o da oğlum Ali Buğra… ve bu ağaçda köklerim sana ulaşırken bana yaşama şansı ver… sen kara kuru kızımsın… sen hırçın biraz da bıçkın… sen anam… sen bacım… sen sevdalımsın… bana anlatılmaz bir mıknatıssın… bu noktadan öteye ne diyebilirim ki sana…

Her şeyin son noktasını koyduğum dediğim anda nerden çıktın ki karşıma düşlerin yılkısındaki prenses… prensesler kara olmaz diye bir şey mi var ki benim kara kuru kızım… ne büyük bir ispatın içinde beni tezlerinle çürüttün… hani nerde o görünen yüzün… nerde acıların… hem vallahi ben görmeden sevmeyi becerebildim… sahi o meleke yüzün nerede… nerede olursa kiminle olursa olsun ruhumun ikizi!… daima ruhun benimle…

Bir gün olur ki seni yazarsam bana yüzünü gösterir misin üftadem… bir gün olur ki yedi tepeli şehre sadece ve sadece senin için hicrete kalkarsam yanımda olur musun… bana ne demez bedenim, ruhunda bulur tüm güzelliğini… bu güzellikte resmeder bütün çiçeklerin renklerini ve bütün iklimlerin nefesini… bana sen lazımsın ne diyeyim ötesi yalan… bana sen lazımsın bak Rüveyda yüreğimin hırçın kızı… bana sen lazımsın gönüllerin hırsızı… bana sen lazımsın sen!!!!!!!… seeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeennnnnnnnnnnnnn!……. aaaaaaaaahhhh Melekem!

Mehmet Kelebek

Adn’dan Firdevs’e Yolculuk

Seni seviyorum selam ile adn kadını!…

Özel olmak… son olmak ilk ve tek olana…aşık olmak yaşanacaklara… zamana aldırmadan müjdeye hazır bir bebek beklentisinde o bebeğe korunak olmak ne güzel… güzel olmak güzelden öte güzele de… herkese gönderilmiş özel bir yazıda sıradan olunmuş muamelesinde görülmek ne acı ki ne acı… bütün erkek olan varlıklardan öte… dişilerden bile… kalbin en özel yanından birine koymak… ne cömert bir duygu ki ne duygu!…

Zerda kalbe dost olan birine “dostumun düşmanı dostumdur diyemem” diyecek kadar özel olmak… ama bütün şehirlerden öte kuzeye ve batıya bakıp onun müjdeli haberiyle heyecan içinde ağlamak… ne hoş ki ne hoş!…

Bir işarettir yakın aşkın en büyülü resmine… haber bekleyen dualarda insanlığın dilekleriyle de… kendilerini ne kadar beklentilerde bulunduklarını bilmek ya da bilmemek… o kendini kötü düşlere vurmuş… o kendine ne zor dostlar edinmiş… ne zor ki ne zor!…

Sil beni sil aşkında var olmayacaksam adn kadını!… lakin aşkımdır benim o kutsalın korunağı… bunu asla bilemeyecek olanlar ince telli asil duygularda boğulmayacaklar… benimle yollara vurulup da aşk ile arınmayacaklar… her faninin dileğidir derim bu aşka ben… ne aşk ki ne aşk!…

Ne zor gelir gecenin bir vaktinde herkesle paylaşılmış bir yazının dizeleri… biliyordum aşk vardı ve ötesi yalandı… rabbim bile masivayı aşk üzre yaratmışken nasıl kayıtsız kalabilirsin demek zor gelmez miydi ki insana… inanmak ve iman etmek aşk iledir… zorunluluk değildir insanı bağlayan… aşk ve ötesidir ezelden bizleri ebede alan… sen yüreklerde çıtkırdımken sevdan mıdır ki herkeslerle paylaşılan mesajlarla yollanmak… söyle ey adn kadını söyle bana… eğer öyleyse ki öyle aşikardan yana değilim… gizem üftadem gizem diyenim… git artık!… git alınyazım kadar uzağa git adn kadını… bu gidiş ki ne gidişdir… ne gidiş!…

Beni yaralayan gözyaşında kalmak yeter bana… hani en özge canımda dünyalarımdın… gönül dostumdun hani… sunu bil ki herkesle paylaşılmış bir değer ve herkesle paylaşılacak kadar bir yorumum artık sana… sen ki seçilmiş yolculuğumun eşi ve en yakini seçilmişimdin… nasıl böyle gaflet ve delalete düşersin nasıl… bu gaflet ki ne delalet… ne delalet!…

Sen ki zerda kalbine… o iyi biri de diyebilecek kadar duygusal biri de diyebilirsin benden ötürü… ki ben beni ve menkibemi bilecek kadar ötelerde biriyim şimdi… rabbimin bana emanetini beklerim… ister uzak ol bana… ister yakın… yakın olmadığın ve inanmadığın sürece bana… adn’da zamanı seyrederken… “bana da bu aşk evvelden yakındı” demekle yetinmekten başka bir söz dökülmeyecektir belki dilinden… firdevs yolculuğuna inananlardan olmak senin için çok istek midir ki gönül dostum… ve hala bu gönüle bir dost olmak sana nasipse rabbimden dileğim ol artık o zaman… o dostluk ki ne gönül dostluğudur… ne de ötesi…

Genel olma… lakin özge canda olunca adn’a değil firdevs’e talip olduğunu bileceğim… görüyorum seni… ki sen de benim gibi adn’da durmaktasın hala… seyrin ne güzel oradan… ey sevgili elindeki şarapla ben burada iyiyim dersen… bir şey diyemem artık kal orda… içinde firdevs yolculuğuna uhdeyle bakan biri olarak zor gelmeyecekse sana… kal o zaman orada… ne zor bir uhde ki… ne zor uhde!…

Firdevs yolcusu olmak ne güzel… ya sen adn kadını!… ya sen!… meryem ki! o kutsal kadın , benim için bu menkibede adn’da durağım olmadı ki sen olasın diyesim gelir… eğer kutsal emanete korunak olmada eş olacaksan bileceğim ki benimle birlikte firdevs’e talipsin… şimdi ilk ve son soru?… az kaldı… zaman daraldı… benimle misin firdevs yollarında yoksa adn’da kalarak rahat mısın?… rabbimin nur ve gülüne yakın olmak dileğiyle tez elden bir salık ver bana!…o müjdeli salık ki ne güzel salık… ne güzel salık!…

Seni seviyorum…selam ile adn kadını!…

Mehmet Kelebek

Virgül

Hayat hep virgül de
Bilinmez ne zaman ne zamandır
Bir gün elbet noktalanacak
Elbet arkandan hep anılacaksın.

O zaman daha çok özlenecek
O zaman,daha çok anlaşılacaksın
Ama çok geç olacak

Nefes son,beden toprakta
Hayat,pamuk ipliği ucunda
Yaşam yeniden,

Virgüle dönecektir..

Aynur Avcı

Başaklar Erdemle Eğilir

Her insanın ay gibi karanlık bir sinesi,
Henüz öğrenmediği bir hayat dersi vardır.
İnsan dilinde saklı, kader dilin ucunda
Düşlerle harelenen gönül bahçesi bir de…

Hedefsiz bir gemiye hangi rüzgâr yön verir?
Talih kuşu da konmaz, yatırımsız hayale.
Hayat, mücadeleyle resmedilen tuvalde,
Zafer, ufak adımla başlayan seferdedir.

Acıyı tadanların şefkatle açar kalbi,
Olgunlaşan başaklar erdemle eğilirler.
Her mum, yanan bir mumun ateşiyle tutuşur.
Bengisuyla yıkanır sevgiyle dirilenler.

Kin ekilen tarlanın güzünde olmaz hasat,
Bahar kışı tanımaz, yeşermez taş bahara
Oysa: kral ve yoksul acıkır bir iştahla
Aynı kutuya girer sonunda piyon şahla.

Bilgeler ve bulutlar vermek için alırlar.
Ölüm yaymaz kahraman, ölüme meydan okur.
Ki onda hayat bulur öldürmeye gelenler.
Kaval bile parmaklar okşayınca şad olur.

Her yas da üç gün sürer, her düş, her mükemmel de…
Gönül sarayı yalnız sevgi ile açılır,
Otlar üç günde büyür, bir gül ahir zamanda.
Kalbini bir sera yap, gül yetiştir koynunda.

Susuz su aradıkça, su da susuzu arar;
Sürekli düş görenin gerçekleşir rüyası,
Susamadan kuyu kaz, sevgi ile silahlan
Şair, zaman kaydına bağlan artık ne olur!

Mehmet Taştan