Kahkahalar Artıyor, Bir de Ağlıyordu

Ne sendin o ne de başkası. Aynaya yansıyan başkasıydı. Başkası!
Sanki kırk yıllık yabancı. Gözleri buz gibi dudaklar suskun… Dudaklar
buz gibi gözler suskun… Onlar uzak, onlar donuk, onlar boş… Bu yüzünün
kesişme noktasıydı.
Yollara vurulmuş bir sürgündü. Meçhule giden bir yolcu. Önü
karanlık, önü kanla kaplı… Vakit ise dönmek için çok geç. Zamanla bir bağı
kalmamıştı. Çünkü zaman pervasızdı. Büyük bir umarsızlıkla ilerlemişti
önü sıra. Hep dalga geçmişti hayalleriyle. Hep bekletmişti soğuk ve
köpeklerin dolaştığı caddelerde…
Üşütmüştü!
Üşümüştü!
Başı kaldırım taşlarına kardeş olmuştu, yalnızlık kapısına
dayandığından beri. Kendi kendine konuşmuş, çocukluğundaki oyunları oynamıştı.
Özlemle ağlamış, olur olmaz kahkahalar atmıştı. Beyoğlu küçümsemişti
onu, o da Beyoğlu’nu…
Çaresizce beklemişti güneşin doğmasını. Bunu kendine yediremeyen
gece daha da kararmıştı. Ama yalnızdı ve de soğuk… Bundan da öte
umutsuz. Aylardır sabaha kadar gözünü kırpmamıştı. Bu koca şehir, uykusuzlukla
açlığı en derinden yaşatmıştı. İşte bu yüzden sevmiyordu, kalabalık ve
ölüm makinesine dönen ışıklı kent İstanbul’u. Gözünde hep silikti;
insanları, yolları, çocuk parkları…
Ne komik, dediler bu haline. “Ne komik… Sen de bizim gibi ol.
Yaşa, yaşayabildiğin kadar. Bu seslenişi artık bırak. Gitme daha öteye…”
Ama gitmişti. Gidecekti de! Bulamasa da… Zamana bu yüzden ihtiyacı vardı
işte. Ne var ki unutmuştu! Uğramaz olmuştu ocağına, yalnızlığına,
cennetine… O da diğerleri gibi onu bu zalim şehirde yapayalnız bırakmıştı.
Geleceğim, demişti. Gelmemişti! Hem de hiç… Derin yaralar açmıştı
yüreğinde. Kanatmıştı dizlerini…
Artık yorgundu, artık bitkin… Çorbası soğuk! Zamanı bekleyecek gücü
kalmamıştı. Her gece eli muslukta… Akan suya aldırmadan… Gözlerini
dikiyordu kirli aynaya… Derin çizgiler görüyordu yüzünde, dudakları
dermansızca kımıldanıyordu, çocukluğuna akıyordu makyajı… Öylece duruyordu. Bir
yandan da konuşuyordu kendi kendine, anlamlı anlamsız gülüyordu! Ona
aldırış etmeyen zamana kızıyor… Bazen küfrediyor… Bazen kahkahalar
savuruyor… Musluk hala akıyor… Bir de ağlıyordu.

Gülay Soydan Pehlevan

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir