Yitik Kelimeler Diyarı

Uzun bir yolcululuğa çıkma zamanı gelmişti artık. Yitirdiğim zamanı kovalama ve
büyük sorgulamadan geçme zamanı. Kimsesiz kalanın ben mi yoksa kelimeler mi
olduğunu bilmeden, yazar eskilerinin kaç para ettiğini bilmeden öylece yalın ve
kendi başına. Çünkü yazmak, kendi başına kalmanın kağıda şifrelenmesinin bir
yoluydu belki de. Bu şifreyi bilen kaç kişi kalmıştı, onlar neredeydi şimdi .
Korku ve karamsarlık sen bekledikçe üstüne geliyordu sanki. Ben mutluyum ve
mutluyken yazamıyor insan zırvalaması daha ne kadar oyalayacaktı beni.
Doğurganlığı yitirmiş olmak bu dişi duyguyu kaybetmiş olmak belki de itirafı en
zor gelendi bana . Yola çıkmanın zamanı gelmişti. Herkesin gittiği bir yön vardı
hayatında, bense yolunu kaybetmiş gibiydim. Hayat o kadar sankilerle doluydu ki
bu hengamede varlığımdan bile şüphe duyar olmuştum. Kim çıkaracaktı beni bu kör kuyudan. Bir giden yol olmalıydı bilinmeyen istikamete. Şehiriçi tabelaları bu
yönü gösterir miydi, yoksa şehirlerarası karayollarda kara talihe küfrederek
gezinmek miydi çözüm? En çok bu karanlık boğmuştu beni , belki acı bir fren sesi
belki donuk ve anlamlandıramayan bakışlar. Sonra bir anda gidememek , öylece
kalmak olduğun yerde. Gazete sayfalarından bir yorgan üstüne ve bir sonraki
günün gaztelerinde kısa ve anlamsız bir haber olmak. Kim bekler seni , acından
kim kavrulur bilmeden öylece kardeş olmak toprağa. En çok o zaman gitmek istedim, bu karmaşasından dünyanın . Elim nicedir varmıyor kaleme , gitmek sadece gitmek istiyorum. Bizim gibilerin var olduğu bir yer olmalı, kelimelerini
yitirmişlerin yurdu.

Nerede başladı bu hikaye, asıl adam ve asıl kadın kimdi bunu bulmalıydım herşey
yok edilmeden önce. Sesleri çalınmış, sessizliği öğrenmiş bu insanlar topluluğu
sesini kimlere kaptırmıştı öğrenmeliydim. “Önce kelime vardı” demişti büyük
üstad, bir bildiği olmalıydı. Konuşma kartonlarıyla koca bir hayat geçmezdi ki.
Konuşmalıydık . Sesli ve sessiz harfler çıkarmalıydık peşpeşe ve bunlar bir
anlam ifade etmeliydi. Öncesi ve sonrası , dünü ve yarını , gerçeği ve yalanı
olmalıydı tüm bunların. Yoksa yalan söyleyen kelimenin kendisi miydi? O kadar
çok yalan söylenmişti ki doğru kelimeler terk etmişlerdi buraları , böyle sessiz
ve çaresiz bırakarak bizi kendi dünyalarına, kendi diyarlarına geri dönmüşlerdi.
Giderken onlarsız yapamayan asıl adam ve asıl kadını da almışlardı yanlarına , o
yüzdendi bunca öyküsüz kalmam. Artık kurgu öyküler zamanı geçmiş “anlatsam roman olur” devri başlamıştı. Ne zaman atlamıştık bu çağları, gerçeğin ne olduğunu anlamadan nasıl gerçek yaşamlara dalmıştık. Bu işin sonu yok biliyorum, öyle hızlı ki zaman şimdi yazdıklarım bile geçmişe gömülüyor. Sessizlikte keramet var demiş olmalı birileri. Kelimeler insanı aldatır, biz size kandırılmamış kelimeler getirdik demiş olmalı. Yolculuk bu yöne belli oldu artık, zaman çalınan kelimeleri bulma zamanı. Her kelime bir hayatı götürdü bizden çünkü , artık kapıda beklemek yok girip almalıyız onları.

Geçmişe uzanmak gerekiyordu bunun için. Önce kelimeleri kronolojik sıraya koymak gerekiyordu. İlk ne söylemiştim , benim söylediğimi diğerleri de söylemiş
olmalıydı. Kapıda herkes sırasını bekliyordu mutlaka. Bana neler söylenmişti,
ilk olan hep temizdir. Bir şeyler var hatırladığım ama çok eski değiller, yakın
zaman ne kadar yakın bilmiyorum, tüm sorun da buradan çıkıyor zaten , unutmak, dün olanı bugün unutuyoruz, yada ben unutuyorum. O zamandı işte, birkaç zaman önceydi diyelim. Biliyorsun herşeyin bir bedeli var demişti, oysa bilmiyordum. Hayatım boyunca duyduğum en önemli şeymiş gibi dinledim onu. Oysa bahsettiği ufak ve önemsiz birşeydi. Kendisini öylesine veriyordu ki anlattığı şeye, insan korkunç bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığını sanıyordu. Bunu neyle
açıklayabilirdi insan. Ben , kendi hesabıma böylesi ufak ve önemsiz şeylerin
böylesi rağbet görmesini anlamamıştım , şimdi anlıyorum kandırılmış kelimelerle
ancak bu kadar oluyordu demek ki. Boşluğa dikilen gözlerimi ona doğru
yönlendirdim. “Haklı değil miyim ?” diyordu. O an anladım doğru kelimElerin beni terk ettiğini , tek söyleyebildiğim Nikaragua’ya trenle gitmem gerektiği oldu.
Ok yaydan çıkmıştı artık doğru söze ne denir diyemezdim böyle bir durumda,
cehennemin dibine gitmem gerektiğini hatırlattı. Kalktı gitti sonra , özneyi
bile hatırlamıyorum şimdi, edilgen bir hal almalı o zaman tüm bu anlatılanlar.
Yaydan çıkan okun hedefi belliydi artık. Bir anda aklıma o kadar çok şey
gelmişti ki. İlk aşk maceralarım geldi mesela , ocak müdavimi karpuzcu, bankalar
caddesi, terk ediliş lokantası, boynuzlanma pastahanesi, ilk bakış okulları
hepsi birden geliyordu. Ama topladığımda o zaman tüm bu betimlemeleri
yaşadıklarımın ne kadar az olduğunu anlıyordum. Ok meselesi öyle hızlı büyüyordu ki zarar vermeden neticelenmesi mümkün görünmüyordu. Yıkık omuzlarla, üzerimde hiçbir yük taşımamanın ağırlığıyla gidiyordum . Kendime eskiye veriyordum (demek o zamanda böyleymişim) . Her yıkkınlık sonrası bizim zamanımızda böyle değildi diyordum, oysa öyle bir zamandan söz etmek bile mümkün değildi. O zaman olsa olsa “tunç devri” olur diyecektim daha sonraları.

Her şeyin bir hayal perdesi üzerinde oynatıldığı saplantısı o zamanlar yerleşti kafama. Eskimiş şarkı sözleri gibi hissediyordum kendimi. “Adımız miskindir bizim”le başlayıp “eskiden karpuz idik” ile biten şarkı sözleri gibi. Ama tam o sıralarda “çalgıcı karısı Binnaz” devri başlamıştı. Tüylerimin diken diken olduğu bir mevsime giriyordu sevgili ülkem. Daha doğru ve dürüst kelimeler terk etmemişti bizi , biraz daha sabretmek istiyorlardı. O zamanlar daha Olric’le de
tanışmamıştım. Güzel düşler ülkesi diye birşey uydurmuştum, Utopia gibi kendine
münhasır bir ülke. Kelimlerin göç mevsimine yakındı zaman, belki “ben sizin
babanızım” manzumesinin yazılmasından kısa süre önceydi. Güzel düşler ülkesinin
Türkiye temsilciliğine aday olduğum günler. O ülkede kelimeler kendi
anlamlarında kullanılırdı. Herkesi takip eden donanımlı ajanları vardı mutlaka.
Kendilerinin ne kadar şanslı olduklarını anlamaları için halklarına burada geçen
zırvalıkları anlatırlardı. O zamanlar çok aradım o ülkeyi. Olmayacak yerlerde
sabahladım, kağıt yığınları üstünde , akşamdan kalma düşlerimi şarap –leblebi
kahvaltlarında erittim. Sonra geçti herşey . Unutmak ne büyük erdemdi. Bir onu
unutamayacaktım belki de, yola gidip dönemeyeni.

Kalemle tanışmama bağlıydı bunların hepsi. Kalemle ve yazıyla tanıştıktan sonra
her şey zincirleme bir trafik kazası gibi gelişecekti çünkü. Küçük bir çocuktum
o zamanlar , şiirle mani arası şeyler karalıyordum, etrafımda bunu yapan pek
fazla insan olmadığından ben de farklı birşeyler olduğunu sanıyorlardı. Oysa
yazdığım aldatılmış bir toplumun aldatılmış kelimelerinden başka birşey değildi.
Evet zamanı gelmişti yola çıkmanın , anılar o kadar kesik kesik ve zorlayıcıydı
ki başa çıkacak gücüm kalmamıştı. Ama özgürlük kelimelerin ucundaydı. Yazmak , bir anlamda yaşamaktı benim için. Hayatta kalmak için gitmek gerekli , yitik kelimeler diyarını bulmak gerekli.

Dündar Bayram

Yaşamak Zor Şey

Ne gördüğün kadar basitdir her şey, ne düşündüğün kadar karmaşık.Ne istediğin anda ölümü seçebilirsin ne de ölüm kapını çaldığında yaşama şansın vardır.Bazı seçimleri yapma hakkın yoktur.Bir çocuğun anne ve babasını seçememesi gibi hayatında bazı olayları değiştirebilme ihtimalin de yoktur. Aklına takılan bir sorunun yanıtı için aylarca dolaştığın olur.Sokak sokak tüm şehirleri gezme arzusu ile yanarsın.Evleri, insanları tanımak, onları anlamak istersin.Kolay değildir elbet bu , yalnızca böyle unutacağını sanırsın dertlerini.Hiç ummadığın bir anda eski, tanıdık bir kitabın sayfalarında, kulağına takılan bir şarkı sözünde buluverirsin yanıtı.Zaten bildiğin ancak aklından çıkıveren bir şeydir işte -çok basit bir detay- atlamışsındır. Tüm acı veren olaylardan kaçmak istersin.Ölümden kaçmaya çalıştığın gibi kaçarsın aşktan.Başka bir deyişle ölümden kaçamayacağın gibi aşktan da kaçamazsın.Aşkta yarın yoktur derken aklın hep yarınlardadır.Sevdanı doyasıya gönlünde bile yaşayamazsın.Ayrılığın hüznü yakanı bir türlü bırakmaz.Unutmak istedikçe hatırlar, savaşmak istedikçe yenilirsin.Ne kahkahalarla gülebilir, ne hıçkıra hıçkıra ağlayabilirsin. Hiç olmayacak bir anda , belki bir dosta merhaba derken, belki hoşuna giden bir şiir okurken belki de televizyonda herhangi bir program izlerken farkına bile varmazsın yanağından süzülen yaşların.Öylesine, sessiz sedasız akıverir işte. Hem özgür olmak, hem de bağlanmak istersin.Bilirsin çünkü özgür olmanın bir yandan da yalnızlığa eş olduğunu.Dolu dolu bir sevda yaşamak istersin ancak incinmekten korkarsın.Hem dünyadaki en saf sevgiyi yakalamk istersin – sence bu kadar yalındır sevda çünkü- hem de mantıklı olmaya çalışırsın. Bilirsin aslında aşkta mantık olmayacağını.Elbet birinden vazgeçersin. Ne gidebilirsin bir adım öteye, ne de dönebilirsin geçmişe.Yaşamın bu günden ibaret olduğunu bile bile çakılır kalırsın maziye. Hiç bir şeyin değişmeyeceğini bilsen de her baharla yeni umutlara yelken açarsın. Hayat hep başka ve daha zor sınavlarla çıkar karşına, yorulursun. Küçük mutlulukları büyütmeye çalışmazsan hiç bir tadı kalmaz hayatın. Büyük mutlulukları yakalamaya belki de ömrün vefa etmez.Yıllar inanılmaz bir hızla geçer gider. Bir de bakarsın, bitimine gelmişsin ömrün.Yaşamadım dediğin ömrün bitivermiş.

Ne yazık ki kimseye ikinci bir hak verilmemiş.
( En azından ben böyle düşünüyorum )

Düşünceyüreği

Yaşam O Kadar Cömert Değil

Yaa biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık fırsatlarını ne yapıyoruz? Akşamüstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz, omuzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaşlayabileceğimiz bir omuzun, belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı aşkların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor, biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz?

Karşımıza zamansız çıkmış insanları yolumuzun dışına sürerken bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz? Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir, her zaman aynı fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların, savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalarız bir gün.

Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz, ya da olanlar olması gerekenler değildir. Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz, gün gelir hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir.

Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak. Bazılarının gelecekte sandıkları “birgün” geçmişte kalmıştır. “Nasıl olsa ileride bir gün tekrar karşıma çıkar” dediğiniz kişi tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir, boş yere bu sokaklarda aranırsınız..

Birlikte olduğunuz, tanıdığınız insanların, dostlarınızın, arkadaşlarınızın değerini ne kadar biliyorsunuz, ne kadar farkındasınız, hiç düşündünüz mü hımm 🙂 ?

Düşünceyüreği

Yalan Hayatlar

YAGMUR DELISI…. Bir deli yagmurdun sen . yagisini,tepeden tirnaga beni sirilsiklam yapmani severdim. her damlan içimeislerdi,her damlan yüregime akan bir nehire dönüsürdü. O islak halime bile tir tirtitrerken , bir tek damlani bile kaçirmamak için çaba kapanmazdim hiç biryere . Yagmurdan sonra üsümeyi kim severki ? iste. Bir yagmur dbagilisinadönüstürmüstün beni. Sen yagdigin zaman elinde semsiyeyle gezen, kaçisaninsanlari gördükçe öfkelenirdim.Seni hissetmeyen insan neden yasar kidünyada ? Sonra dagilirdi öfkem ve gururlu bir gülüs kaplardi yüzümü. Hiçkimsenin fark etmedigi o güzel islakligin tek sahibi bendim. Bu beni hepsindenfarkli kiliyordu. Onlar sirdanadi ,ben farkli . Uçurumun dibindekiyanliz çiçektim ben . Tek besinim yagmurdu. Yagisini beklerdim.Kurak günlere,ayaz gecelere inat hiç bitmeyen bir umutla beklerdim seni. Kapardimyapraklarimi, bükerdim boynumu direnmek için . Umudun yitip gittigi günler de olduelbette. Bekleyisin iskenceye dönüstügü zamanlar da oldu. Yagmamaihtimalin yoktru ama ya ben sabirsizdim, ya da sen yagacagin zamani çok iyibiliyordun.Ben bunun rahatligiyla hiç solmayacagimi düsünürdüm. Yagacaginibilerek özlemin tadini da sevdim ben .Benimle birlikte bekleyen diger yanlizçiçekler ”Artik yagmayacak ” diye kendi yagmurlarindasn ümidikesmisken ben ”durun derdim onlara benim yagmurum hepimizi hayata döndürmeyeyeter…” Öyle kivaminda yagardin ki, ne sel olup kikardin duvarlari ne bir kaçdamlayla kandirdin dünyayi. Hep ”sükür” dedirttin . Seni tasiyanbulutlar da hiç sihay olmadi .Yakismazdi sana kara bulutlardan düsmek dünyaya.Aydinligini verdin, beyaza boyadin onlari . Bu yüzden hiç bir zaman için yikimolmadi yagisin. Yagisindan sonra gökkusagina dönüsmeni de sevdim. Herdamlan baska bir renkti çünkü. Gözlerimi alamazdim o renk cümbüsünden.Çabuk kaybolacagini bildigim için bir saniye ayirmazdim gözlerimi senden.Sonra günes yükselir, sonra sen çekilirdin. Ama her gidisin yenidendöneceginin müjdesiyidi ben bunu bilirdimim. Bu aralar bazi yerlerde kurak günlergeçiyor. Ne bulut var, ne de yere düsen bir damla. Ben yine direniyorum amasen o kurak yerlere yagmakta geciktin ey yagmur!!!… Sitemedir sanma,vardir bir bildigin ama düsün ki sen olmasan solup gidecegim bu dünyada .yagve berni sirilsiklam et
beni . BEN ÖYLE TUTUKLU , ÖYLE YAGMUR DELISI ….

Düşünceyüreği

Yağmur Delisi

YAGMUR DELISI…. Bir deli yagmurdun sen . yagisini,tepeden tirnaga beni sirilsiklam yapmani severdim. her damlan içimeislerdi,her damlan yüregime akan bir nehire dönüsürdü. O islak halime bile tir tirtitrerken , bir tek damlani bile kaçirmamak için çaba kapanmazdim hiç biryere . Yagmurdan sonra üsümeyi kim severki ? iste. Bir yagmur dbagilisinadönüstürmüstün beni. Sen yagdigin zaman elinde semsiyeyle gezen, kaçisaninsanlari gördükçe öfkelenirdim.Seni hissetmeyen insan neden yasar kidünyada ? Sonra dagilirdi öfkem ve gururlu bir gülüs kaplardi yüzümü. Hiçkimsenin fark etmedigi o güzel islakligin tek sahibi bendim. Bu beni hepsindenfarkli kiliyordu. Onlar sirdanadi ,ben farkli . Uçurumun dibindekiyanliz çiçektim ben . Tek besinim yagmurdu. Yagisini beklerdim.Kurak günlere,ayaz gecelere inat hiç bitmeyen bir umutla beklerdim seni. Kapardimyapraklarimi, bükerdim boynumu direnmek için . Umudun yitip gittigi günler de olduelbette. Bekleyisin iskenceye dönüstügü zamanlar da oldu. Yagmamaihtimalin yoktru ama ya ben sabirsizdim, ya da sen yagacagin zamani çok iyibiliyordun.Ben bunun rahatligiyla hiç solmayacagimi düsünürdüm. Yagacaginibilerek özlemin tadini da sevdim ben .Benimle birlikte bekleyen diger yanlizçiçekler ”Artik yagmayacak ” diye kendi yagmurlarindasn ümidikesmisken ben ”durun derdim onlara benim yagmurum hepimizi hayata döndürmeyeyeter…” Öyle kivaminda yagardin ki, ne sel olup kikardin duvarlari ne bir kaçdamlayla kandirdin dünyayi. Hep ”sükür” dedirttin . Seni tasiyanbulutlar da hiç sihay olmadi .Yakismazdi sana kara bulutlardan düsmek dünyaya.Aydinligini verdin, beyaza boyadin onlari . Bu yüzden hiç bir zaman için yikimolmadi yagisin. Yagisindan sonra gökkusagina dönüsmeni de sevdim. Herdamlan baska bir renkti çünkü. Gözlerimi alamazdim o renk cümbüsünden.Çabuk kaybolacagini bildigim için bir saniye ayirmazdim gözlerimi senden.Sonra günes yükselir, sonra sen çekilirdin. Ama her gidisin yenidendöneceginin müjdesiyidi ben bunu bilirdimim. Bu aralar bazi yerlerde kurak günlergeçiyor. Ne bulut var, ne de yere düsen bir damla. Ben yine direniyorum amasen o kurak yerlere yagmakta geciktin ey yagmur!!!… Sitemedir sanma,vardir bir bildigin ama düsün ki sen olmasan solup gidecegim bu dünyada .yagve berni sirilsiklam et
beni . BEN ÖYLE TUTUKLU , ÖYLE YAGMUR DELISI ….

Düşünceyüreği

Vazgeçemediğim Fakat Ulaşılmazımsın

İnsan sevdikçe tanır kendi benliğini psikolojide.Bende seninle konuşurken yaşamın tadına varıyorum.Yaşamın tadı,var olduğunu ve birşeylere değdiğini hissetmek.Günlük yaşamdan çok farklı arada bir çıkar davası yok sadece sen ve ben ikimiz istediğimiz için burdayız. İşte benim istediğim sistem bu olmalı sömürüsüz, duyguların ve düşüncelerin esaret altında olmadığı bir dünya..
Gülümsemeni anlatabilmeni isterdim,yanaklarındaki tebessümüde. Helede
gözlerin masmavi ve masum olmalılar.
Korkularım var yarınlardan ama unutmamak gerekirki yarınlar aydınlıklarla dolu.Yarınlar senin, senin ve sevdiklerinin.(Derim hep geceyi hiç sevmem.Tek istediğim avuçlarında kalmaktı,avuçlarına sığamasamda düşlerinde gezerim. Unutmaki yüreğim sadece senin. Ama sendeki yürekte bana ait bişeyler yok, o yürek başkasının istesemde istemesemde..ve her akşam giderken yüreğime basa basa gidiyorsun..
Yaşama başladığımızda herbirimize birer ıslak mermer ve ona işleyebileceğimiz avadanlıklar verilir.Bu mermer blokları kimimiz işlenmemiş el değmemiş biçimiyle ve tüm ağırlığıyla arkamızda sürükleriz ya da parçalayıp çakıl taşı gibi döker yerelere saçarız, yada görkemli bir biçimiyle onu işleriz., ona ve dolayısıyla kendi yaşamımıza örnek oluşturacak bir biçim ve anlam veririz..
Nedenli nitelikli ve hak eder olursak olalım iyi bir yaşama ancak bunu kendimiz ona sahip olma iznini verdiğimiz zaman ulaşırız..
Kolay yaşam hiçbir şey öğretmez.Her güçlü düşünce kesinlikle hayranlık uyandırır.
Dünyada kalış sürecimizi tamamladıktan sonra önemli olan tek şey sevmeyi ne denli başarabildiğimizdir..
SEVGİ..
Bazen umuttur tren garlarında, bazen gemidir limanlarda
SEVGİ..
Bebelere benzer derler bebelerin avuçları pembedir çünkü hiç haram tutmamıştır..
SEVGİ..
Bulamazsın buluncada ulaşamazsın.
Yanarsın,tutuşursun feryadın göklere ulaşır …
VAZGEMEDİĞİM FAKAT ULAŞAILMAZIMA…

Nur Tanesi

Var Olacak Kadar Çok Muyuz?

Bir parkta oturup, kim bilir hangi serüvende kendini ve hayatı sorgulayan bir adam aynen şu cümleleri tekrarlıyordu…

“Bu hikaye bitti, bitti!Ah, mutluluk neymiş anlayamadım”. Kendini ve hikayesini
not alan sessiz yazardan henüz haberi yoktu”.

Adam kendini ve hayatını belki de ilk defa çekinmeden soruyordu. Bir adamın derin düşünceleri, sorgusu, ve derinlerde kayboluşunu ‘ekranlarınıza’ getirmekten onur duyarım. Özay Film sunar…

“Hayat birçok sürprizleri bünyesinde barındıran bir haindi. Yolcular üşüyor, çocuklar hastalanıyor, palavracı siyasetçiler pembe tablolarla ömür geçiriyorlardı. Burası Anadolu’ydu. Gerçeği yaşayan, “yalanı” söyleyenlerle doluydu etrafım. Açtım, sigarasızdım. Beynim soğuktan olsa gerek pişmanlıklarımı bana anlatıyor ve incitmeden küfürler savuruyordu. Hayat neydi?Sürekli bir yerlerinizin kanatıldığı bir ring mi?Neydim ben?Buralarda ne işim vardı?”

Böylelikle kendine en zor soruyu soran adam, o dingin adam, kendi hikayesini derin derin merak ettiriyordu. Hani tabiri caizse çok toz yutmuştu, hırpalanmıştı, belliydi. Omzunda henüz kalkmış bin yıllık yükü vardı sanki. Uzun uzun düşünüyor, sanki başkası kulaklarına fısıldıyormuş gibi devam ediyordu, soluksuz ve bozuk bir kaset gibi takılıyordu.

Neydi onu bu kadar rahatsız eden? Hiç rahatsız olmamak mı? Belki de evet. Hayat bir film gibiymiş. O kadar gerçek, o kadar yalancı ve o kadar geçici. Belki de haklıydı. Adam belki de hiç olmaması gerekecek kadar haklıydı.

Neden sonra devam ediyor yalnız adam;
“Buldum” diyor “hayatın manasını buldum”. Ve o korkunç gerçeğimizle yüzleştiriyor bizi; “İnsan doğada hep ne araması gerektiğini arar. Ömrü ve beyni ne araması gerektiğini bulmaya yeterse benim gibi tımarhanelik olur”.

Yıllar önceydi bu “ADAM”la tanışmam. Konuşmasını ve gerçekliğini kıskandım. Söyledikleri ve yaptıkları cesaret istiyordu. Onun kadar gerçekdaş değildim. Zaten olsaydım, ömür boyu bu soruları düşünüyordum. Kendime bir yalan söyleyip soruların tümünü sildim. Tüm insanlar gibi. Eğer cesur düşünseydim, O SORULARIN TEK BİRİNİN cevabını bulmak için yıllar verirdim. Bu yalnız adam öyle okkalı sorular soruyordu ki. . . Belki de hiç bilinemeyecek kadar zor. Her soruya verdiğin cevap içinde daha büyük sorular uyandırıyordu. Hani çığ gibi büyüyordu. İşte onlardan not alabildiklerim.

“Bir insan kendini ne kadar tanıyabilir?Bence gerçek odur ki sen kendini bir başkasından daha az tanırsın. Beni en çok yıpratan şey de bu. Kendine bu kadar yabancı olan bir sefil, kendini tanıyamayan bir sefil kimleri tanısın? Kimlere kendini tanıtsın? KENDİNE GÜVENMEYEN KİME GÜVENSİN?

Bir insan ne kadar istese de ancak karşıdan görülebildiği gibi midir? Gerçek nedir? Kime göre değişi? Heh. . Benim ki de soru ha! Gerçek bu, kime göre değişmez ki? Gerçek değişiyorsa aslında gerçek değil midir? Yalan ve gerçek birilerinin uydurduğu değerler silsilesi midir? Şu an var mıyız? Yok muyuz?Var olduğumuzu da, yok olduğumuzu da ispatlayabiliyorsak, İSPAT NEDİR? Var mıyız? Yok muyuz? Aslında var mıyız? Yoksa aslında yok muyuz? Asl olan ne. !?. Düşünmeliyiz uzun uzun, ACABA VAR OLACAK KADAR ÇOK MUYUZ?
Şimdi soranlar olur. . Bu hikaye ne kadar gerçek? “Cevap belki de hiç yaşanmamış kadar gerçek”. “Hiç yaşanmamış gerçek var mıdır?”. “Yaşayan gerçek , yaşamayan yalan, yaşanmamış. . yaşayacaklar da var…offf…. “Böyle kıvranmaya başlar insan. Tavsiyemdir. Her zamanki gibi yapalım “bunlar boş işler, safsata”, “KAFA YORMAYA DEĞMEZ. ” Diyelim, tıpkı her zaman ve herkeste olduğu gibi….

Murat Özay

Sönmüş Izgarada Laf Çevirmek

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken,Yaşlı bir adamın biricik oğlu varmış.Onu herkezden her şeyden sakınıp saklarmış.Asla bir iş yaptırmaz oğlunun yorulmasını bile istemezmiş.Yaşlı adamı oğluna bukadar düşkün yapan şey aslında eşine ölürken ki verdiği sözmüş.Başkada hayatta kimseleri olmadığı için oğlunu hep gözünün önünde olsun istermiş.Bu olayı okadar abartmış ki yaşlı adam,oğlunu okula bile göndermeyip kendisiyle beraber işe götürürmüş.Kasabanın nalbant ustasıymış o sıralar hemde oldukça hatrı sayılır,işini iyi yapan birisiymiş.Ancak burada bile oğluna kıyıp iş yaptırtmazmış.Geceleri bir öğretmen gibi kıyamadığı oğluna okuma yazma öğretirmiş.O dönemde sokak çeteleri çok yaygın olduğu için onu kasabaya alışverişe bile yalız göndermezmiş.

Derken efem günler dönmüş aylar olmuş aylar yıllara dolmuş küçük oğlan yağız bir delikanlı olup çıkmış ortaya.Boylu poslu enli endamlı yakışıklımı yakışıklı olmuş.Ama malesef her şey var gerisi yokmuş.Genç delikanlının elinden bir iş gelmezmiş.Eee dedik ya zaman geçti diye,yaşlı adamda pek yerinde saymamış hani.Epeyce elden ayatan kesilmiş artık.Hayatta tek varlığı olan oğlunun eline kalmış.Ama genç delikanlı ne yapsın,babasınamı baksın,dışarıda yüzyüze kaldığı hayatımı tanısın yoksa gidip kendine bir işmi arasın?Kabuğundan çıkamamış salyangozlar gibi hisedermiş kendini.Ve nereden başlayacağını bilemediği için bocalayıp dururmuş.

Bir gün genç delikanlı eve geldiğinde,babasını yatağında çok bitkin bir vaziyette yattığını görünce koşarak yanına gitmiş.<İymisin neyin var> diye sormuş delikanlı.Babası sesini çıkartmamış.Oğlu birdaha sormuş yine ses yok.Ancak yaşlı adam ölü değilmiş neden susarmış peki diye düşüne dursun oğlu.Kahraman genç delikanlımız tüm gayretini toplayıp yataktan doğrulmuş ve üstünü giyinmeye başlamış.Oğlu hayretler içinde babasını seyrederken bir yandan da < baba neyin var bir şey söylesene >diyormuş.

Genç delikanlımız bir hışımla epeydir kapalı olan nalbant dükkanına gitmiş tabi oğluda peşinden.Yaşlı adam hem nal çakıyormuş hemde biryandan mırıldanıyormuş.Oğlu daha fazla seyirci kalamamış babasının o bitkin o bezgin tokmağı sallayışına ve gidip elinden alıvermiş.Sonrada babasını itekaka bir sandaliyenin üzerine oturtup,nalı kendisi çakmaya çalışmış.Babası halen söyleniyormuş ama.Bir iki başarısız denemeden sonra sinirleri iyice bozulan genç babasına dönüp < yeter artık baba ne olur bir şeyler söyle.sabahtan beri mırıldanıp duruyorsun,ne dediğin anlaşılmıyor. >demiş.

Yaşlı adam sonbir gayreti ile ayağa kalkmış ve önünde duran oğlunun omzuna elini koyup< Bak oğlum;ben bunca sene seni anasız büyüttüm.Seni her şeyden herkezden koruycam diye sözverdim karıma.Ama bunu sanırım biraz ben abarttım .Seni korumak uğruna ne okula gönderdim ne arkadaş edindirdim ne de iş öğrettim.Şimdi koca delikanlı oldun ama kendine bile faydan yok.Bunu sana söylerken kendimden utanıyorum aslında.Sebep benim çünki. >der ve ekler < demin mırıldandıklarıma bakma sen. BEN SÖNMÜŞ IZGARADA LAF ÇEVİRİYORDUM >der ve oğlunun gözlerine bakıp sorar < anlamadın değimli oğlum? >
< o sönmüş ızgara sensin oğlum > der yaşlı adam.

*Sanırım bu masaldan sonra hiçbirimiz sönmüş ızgara olmak istemeyiz.Kabuklarımızdan vakti zamanı gelince sıyrılamamanın vermiş olduğu sıkıntıyı anlatan kısa bir masaldı bu aslında.Elbetde ki kabuklarımızdan öyle bir çırpıda kurtulup hayata atılamıyoruz.Ancak bu amaç için araçlarımızı iyi seçip doğru kullanırsak neden salyangoz gibi gereksiz bir ağırlık taşıyalım ki?
Hayatta tüm engelleri dikene benzetirim ben.Neresinden dolanırsan dolan mutlaka bir çizik alırsın.Peki asıl sorun o dikenlerin oluşumu yoksa onlardan çizik almadan nasıl kurtulacağımızı bilmeyişimiz mi?Her dikene bir amaç kaptırırsak sonuca nasıl varırız sizce?Şimdi panik yapmadan bu dikenlerden nasıl sıyrılacağımızı bir düşünelim.Eldekileri değerlendirmekle başlayalım işe.Neyimiz vardı?*HEDFLERİMİZ
——————————————————————————var
*AZİMLİ BİR RUHUMUZ
—————————————————————– var
* DURGUN VE SONDERECE AÇIK BİR ZİHNİMİZ
——————————-var
*İÇİMİZDE BAŞARIYA AÇ SEVGİ DOLU BİR ÇOCUĞUMUZ ———————var
VEEE
*PRANGALARDAN KURTARMAK ÜZERE OLDUĞUMUZ DÜŞLERİMİZ——var

Şimdi işe kabuklarımızı kırmakla başlamaya ne dersiniz?Önce bir gereksizlerimizden sıyrılalım hayata dik duralım.Biz neymişiz görsün bir hayat.Eğileceksek bu saygıdan olmalı hayata.Güç içimizde ve bizde korlanıyor şu an.

Hiç kendimizi kandırmayalım.Kayıpsız hiçbir savaş kazanılmadı kazanılamaz.Bu sebeple yolumuza çıkan dikenlerden korkup geri dönmek olmaz.Üniversite sınavını kazanmak istiyorsan o işe yönelip o işe konsantre olacaksın,sporcu olacaksan çok beden çalıştıracaksın.Hiç bir zafer durduk yere gelmez.Toplumda ne kadar hedefleri olan bireyler olursa okadar çabuk dikenleri tüytüy yapabiliriz.Bu tüylerinde bizim zafer karşısında haklı gururumuzu gıdıklaması hoşumuza gider doğrusu.

Yani toplumsal bilinç ne kadar üst seviyede olursa başarı okadar zahmetsiz gelecektir kuşkusuz.Öyleyse kendi gelişimimize niçin arkadaş,akraba,dostlarımızıda katmayalım.Bu hayata karşı bir eylemse evet eylem yapalım.Yeterki istediğimizi alalım hayattan.Yeterki şu dikenlerden oldukça kayıpsız kurtulalım.

Beynimizi nekadar bedenimizde tutarsak okadar iyi çalışacaktır bu kumanda.Yaptığımız işe,hedefe yönelik tüm benliğimizle kanalize olursak dikenleri tüytüy yapmak çok basit olacaktır bizim için.Sadakatsiz bir başarıya hayatımızda yer yok.Bunun için hayatın bize oynayacağı tüm oyunlara göğüs germemiz gerekicektir.

Sıra hayata pozitif yönden bakmaya geldi.Önce kendimizle iyi geçinmeyi bilmeliyiz.Her sabah uyanırken kendimizi biraz şımartıp günaydın demenin,aynada yüzümüzü yıkarken tenimizi biraz okşamanın ne sakıncası olabilir ki.İnsan bütünsel ve kusursuz bir varlıktır.Bizim kıymetimizi yine biz bilmeliyiz.Bu bakış açımız sonuca yönelik amacımıza,amaca yönelik aracımıza,araca yönelik planlarımıza da yansıyacaktır.

Kısa lafın uzunu;Boş katık mideyi yorar,onun içini doldurmak uğraş ister,emek ister,yorulmak ister,zaman ister.Ya şimdi boş katık yiyeceğiz ya da yeniden korlanmış ızgaramızda hayatı şişe takıp çevireceğiz…

Dikenlerinizin tüy tüy olması dileğiyle…..

Eray Çetinkaya

Son Bahar

Bazen büyük bir yalnızlık hissederim; içimde yumru olmuş kocaman bir
boşluk! Sebebi bir mi birden fazla mı bilmiyorum; ama o tüm ağırlığıyla
orada ve hayata dair her şeyi anlamsızlaştırıyor aniden…
Kendimi sorguluyorum çoğu zaman. “Ben hala ben miyim?” diye. BEN HALA
GERÇEK BEN MİYİM? Kim bilir… Bu soruyu kendim bile cevaplayamıyorum
artık!!
Nedense acı çekmeyi sever oldum son zamanlarda; oysa daha fazla
üzülmek istemediğimden eminim.
Sonunda mutlu olacağıma inandığım için mi bu acı çekiş; yoksa
mutluluğu hak ettiğine gerçekten inandığım bir insanla birlikte olma arayışı
mı? Bilmiyorum… Karşılıklı terapi gibi. Boşa geçen zamanları,
kırılmışlıkları yapılandırmak istemem!!! Çözümsel bir kuram sanki¸çözüme
ulaştırabilecek güçte olabilirsen tabi…
Sonbaharı özledim!! Hüzünlü; ama esen rüzgârda farklı bir huzur
bulduğum SONBAHARI. Yazın ateşiyle yanmış gibi kızıla çalan yaprakları ve
bana ayrılıkları anımsatan sarı kardeşlerin, yağmurdan sonra kokusuyla
büyüleyen toprağı, arada bir hafifçe ürpermene yol açan ılık rüzgârı ve
oyunlarının son demlerini yaşayan çocukların her kötülükten arınmış
neşeli kahkahalarını…
Sanki o esinti tüm mutsuzluğumu, yalnızlığımı; ama en önemlisi hayal
kırıklıklarımı alıp götürecek…
Belki de hissettiklerim soğuk kış bastırmadan yapılan hazırlık; ya da
tatlı yazın sona ermesinin verdiği dinginliktir. Zaten benim için hayat
da o geçişlerde ayakta kalabilme; Sonbahar rüzgârına kapılmadan ondan
haz alabilme ve çetin kışa hazırlanabilme başarısıdır! BENİM SON BAHARIM
yazın güneşini, neşesini, canlılığını; kışınsa soğuğunu, kasvetini,
ürpertisini verdi bana…

Başak Ergenekon

Siyah Elma Kurtlu Yumurta

Yıllar sonra”… Öyle bir söz öbeği ki bu, içinde, milyar gizem,
trilyon sır gizler…Öyle bir anlam taşır ki, bazen aynaya isyan ettirip,
tüylerinizi ürpertirken ,bir damla gözyaşıyla besler yüreğinizi….
Neler öğrenir insan ,yıllar sonra ? Ben neler öğrendim, 18 yıl sonunda?
Duvarda asılı diplomalar, insanıinsan yapmaya yetmez ; öğrendim ki öğrenebilmek
için yaşamak, yaşamak için sevmek lazım… Sevmek, şartlar ne olursa olsun…
İçte kurtlu bir elma taşıyanı da sevebilir insan, köpük köpük coşan ve coşturanı
da…. İkisini de sevmek , acıyı da mutluluğu da tatmak lazım… Farzedin ki
siyah yumurtaya çarptınız, kırıldı tüm umutlarınız zırhınız kum gibi ufalandı…
O sabah nasıl doğmuşsa güneş , o sırada yakacaktır bir sonraki günde de yanmak
isteyeni… Kurtlu bir yüreğe tutulmuşsunuz, siyah yumurta başınıza kırılmış,
koyu bir meltem tüm tohumlarınızı taşımış, başka bir umut diyarına… Ne
farkeder ki? Yine gökyüzü mavi, siz gri görseniz de… Nice beyinler vardır
mavilikte, sizinki engellense de…Önemli olan kedi güzüyle yürümektir
gecede… Emin adımlarla, alevlere meydan okuyarak geçebilmelidir insan,
elindeki gazyağlı lamba ile….
Endişe rüzgarı sarar derler, bir çöl fırtınası misali otuz beşe dayayınca
merdiveni…Hani şimşek sanılır ya patlayan her flaş… Bir korku sarar yüreği,
adını söylemeye varmaz dilleri, susar ve bekler… Sessizlikte … Nereye kadar
? Elbet bir gün kapımız çalınacak … Elimizden gelen bir şey yok , hayat devam
ediyor! Kim istemez sonsuzlukta yankılansın haykırışı? Kim istemez platonik
olmasın hiçbir aşkı? Kim isteyebilir rüyalarının yok olmasını aniden uyunınca,
ya da sabahın bir türlü uğramamasını kabuslara? Elden ne gelir,neler götürürken
zaman yaşamdan… Elden ne gelir…
Yıllar sonra öğrendim ki insan çürük bir kalbi olanca gücüyle
sevebiliyor, ölümü bile bile… Öğrendim ki kelebeklerin ömrü çok kısa ama
uçabiliyorlar maviliğe… Ve öğrendim ki… Siyah yumurta başıma kırılmış, elim
kolum bağlı, zincirlerimi elinde sıkı sıkı tutan dünya yine dönmekte, yine
dönmekte…

Ayşegül Şentuğ