Hayatın İçinden

Bugün güne hoş ve gülen gözlerle başlamıştım. Her şey gönlümüze göre olmuyor ne yazık ki? Bu toplumda insanlar sınıf ayrımına tabi olmuşlar bunu biliyordum ama ilk kez çok yakından hissettim. Aylardır gidip çay içtiğim kafamı dağıttığım ve kitap okuduğum mekana bugün alınmadım. Bu reddediliş içime öylesine oturdu ki bir yerlere saldırmak istedim ve yaptım da… Bayramoğlu ada olarak bilinen yer sakin insana huzur veren bir mekan benim için…
Saatlerce oturup karşı sahili izlerdim önceleri… Kart sistemi konmuş girişe bayan giremezsiniz kartsız dedi. Ben de girmek için ne yapmam gerekiyor diye sordum. Tarif ettiği yeri sonunda buldum ve binadan içeri girdim. Masa başında oturan adama yaklaştım. İlk kez ellerimi masanın üzerine koyarak konuşuyordum. Her zamankinden daha fazla hırçındım ve kendinden emin bir ifadeyle sözlerimi ardı sıra tekrarladım. Sözlerim keskin bir bıçak gibi gözlerimse ateş püsk ürüyordu. Adam haklı olduğumu bildiğinden olsa gerek sert bir uslüp takınmadı. Ona ben bu vatana hizmet eden bir insanım ve bir aydın olarak görüyorum kendimi. Hizmetime karşılık kendime ayırdığım özel vakitlerde demek ki istediğim yerde bir fincan kahve içmem için kartım olması gerekiyor öylemi dedim. Adam hanfendi burası özel mülkiyet ve çalışma sistemi böyle dedi. Daha düne kadar elimi kolumu sallayarak girdiğim mekan şimdi özel mülkiyet olduğu için karta bağlanmış garip… Ben bu özel mülkiyetin çocuklarına öğretmenlik yapıyorum ve onların girdiği yerlere giremem. Çünkü mal sahibi değilim. Zaten olmak da istemem. Yürek sahibi olmak yeter bana. Resmen bu misyonerlikten başka bir şey değil diyerek ayrıldım oradan.

Tekrar girişe gittim. Paramla girmek istiyorum dedim. Bayan istediğiniz kadar para verin giremezsiniz dedi. Burada para da geçmiyor. Çünkü sosyal bir sınıfa dahil değilmişim. Zenginler her yere paralarıyla girebiliyor ama ben ve benim gibiler parada verse bir gurubun dahil olduğu tesislere giremiyorum. Öğretmenim ama öğretmen evini benden çok başkaları kullanıyor. O zaman adına neden öğretmen evi denilmiş? Saçma sapan ayrımlar ve ikilemler hapsediyor benliğimizi yalnızlığa. Söyleyin bana hangi inançla ya da sevgiyle bağlanmalıyım…

Pes etmedim ve bir yolunu bulup girecektim oraya. Kovulduğum ve oraya ait olmadığımı söyleyen insanların bakışlarına rağmen. Eve doğru yürümeye başladım. Önce oturduğum sitenin yöneticisi Öner abiye durumu açmaya karar verdim. Sonra site girişinde ev sahibim Yusuf Bey’i gördüm. Bu bölge de iyi bir mevkide olduğunu biliyordum. Durumu ona izah ettim. Bana bir resim ayarlamamı bir dostunun misafiri olarak misafir kartı çıkaracağımı söyledi. Bu sevinçle evime doğru yöneldim. Eve girdim bilgisayarımı açtım ve yazmaya başladım. Zorluklar karşısında yılmamak ve bu sınıf ayrımına son vermek adına haykırıyorum. Çalışmadan çalışanların sırtından geçinen boş beyinlere inat benim cebim dolu değil ama yüreğim ve beynim dolu… En büyük kazanç fazilet erdem ve inançtır…

Havva Gülbeyaz

Hayat Nedir

Bu değişler gerçekten okunmaya değer …….
Hayat skor tabelası tutmak değildir.
Kaç arkadaşınız olduğu ya da kaçının sizi arkadaş kabul ettiği
değildir.

Bu hafta sonu için planlarınızın olması değildir.
Haftasonunda yalnız olmanız da değildir.
Şu sıralar sevgiliniz olması değildir.
Geçmişte sevgiliniz olması değildir,geçmişte kaç sevgiliniz olduğu
değildir.
Bugüne kadar hiç sevgilinizin olmaması da değildir.
Sizi kimin öptüğü değildir.
Aileniz ya da onların serveti değildir. Hangi okula gittiğiniz
değildir.

Ne kadar güzel ya da ne kadar çirkin olduğunuz değildir,
giydikleriniz,
ayakkabılarınız değildir.
Ne çesit müzik dinlediğiniz değildir.
Okul notlarınız değildir.
Ne kadar akıllı olduğunuz değildir.
Herkesin size verdiği akıl notu hiç değildir.
Hayat standart testlerinin belirlediği kişiliğiniz de değildir.
Hayat bir kağıda dökülmuş hayat hikayeniz ve bu hayat hikayesini
kimin
kabul ettiği de değildir.

AMA HAYAT:
Kimi sevdiğiniz, kimi incittiğinizdir.
Kimi mutlu, kimi mutsuz ettiğinizdir.
Sizin olanları koruyabilme ya da mahvedebilmenizdir.
Dostluklarınızdır.
Neyi söylediğiniz ve neyi kastettiğinizdir.
Hangi önemli hüküm ve kararları verdiğiniz ve de niçin verdiğinizdir.
içinizde sevgiyi taşımak, büyütmek ve dağıtmaktır.
Ama en önemlisi, yalnız başına asla gerçekleştiremeyeceğiniz bir şeyi
yapmak, hayatınızı, başka insanların
kalbine dokundurabilmektir.
Başkalarının kalplerini etkileyecek yolu ancak siz seçersiniz.
Ve hayat bu seçimlerdir zaten.
Hayat silgi kullanmadan resim çizme sanatıdır.
Ve insanlar böyle büyürler… unutmayın;

YAŞAMA KENDiMiZDEN NE KATARSAK,YAŞAMDAN DA ONU ALIRIZ…

HAYAT NEDİR ?
Bu değişler gerçekten okunmaya değer …….
Hayat skor tabelası tutmak değildir.
Kaç arkadaşınız olduğu ya da kaçının sizi arkadaş kabul ettiği
değildir.

Bu hafta sonu için planlarınızın olması değildir.
Haftasonunda yalnız olmanız da değildir.
Şu sıralar sevgiliniz olması değildir.
Geçmişte sevgiliniz olması değildir,geçmişte kaç sevgiliniz olduğu
değildir.
Bugüne kadar hiç sevgilinizin olmaması da değildir.
Sizi kimin öptüğü değildir.
Aileniz ya da onların serveti değildir. Hangi okula gittiğiniz
değildir.

Ne kadar güzel ya da ne kadar çirkin olduğunuz değildir,
giydikleriniz,
ayakkabılarınız değildir.
Ne çesit müzik dinlediğiniz değildir.
Okul notlarınız değildir.
Ne kadar akıllı olduğunuz değildir.
Herkesin size verdiği akıl notu hiç değildir.
Hayat standart testlerinin belirlediği kişiliğiniz de değildir.
Hayat bir kağıda dökülmuş hayat hikayeniz ve bu hayat hikayesini
kimin
kabul ettiği de değildir.

AMA HAYAT:
Kimi sevdiğiniz, kimi incittiğinizdir.
Kimi mutlu, kimi mutsuz ettiğinizdir.
Sizin olanları koruyabilme ya da mahvedebilmenizdir.
Dostluklarınızdır.
Neyi söylediğiniz ve neyi kastettiğinizdir.
Hangi önemli hüküm ve kararları verdiğiniz ve de niçin verdiğinizdir.
içinizde sevgiyi taşımak, büyütmek ve dağıtmaktır.
Ama en önemlisi, yalnız başına asla gerçekleştiremeyeceğiniz bir şeyi
yapmak, hayatınızı, başka insanların
kalbine dokundurabilmektir.
Başkalarının kalplerini etkileyecek yolu ancak siz seçersiniz.
Ve hayat bu seçimlerdir zaten.
Hayat silgi kullanmadan resim çizme sanatıdır.
Ve insanlar böyle büyürler… unutmayın;

YAŞAMA KENDiMiZDEN NE KATARSAK,YAŞAMDAN DA ONU ALIRIZ…

Düşünceyüreği

Hayat

Çevremde gülen, yaptıklarından zevk alan, bulunduğu ortamın tadını çıkaran insanlar gördükçe yaşamın ilk basamaklarında hissettim kendimi. Pek bir şey bilmiyor ve o nedenle gülmeyi beceremiyorum, göremiyorum dedim. Bulunduğum ortamın hakkını veremiyorum diye düşündüm. Yaşamın merdivenlerini tırmanmam gerekiyordu.
Bunun için de öğrenmeliydim gülmeyi ve zevk alabilmeyi. Sevdim. Sevdikçe güldüm, güldükçe zevk aldım, yaşadıklarımdan güzellikler çıkarabildim. Duygularımı hissetmeyi, kızgınlığımı göstermeyi, umutsuzluklardan umut çıkarmayı, hüzünlü zamanlarda mutlu olacak bir şeyler bulmayı öğrendim.Ve hayatın güzelliklerinin çirkinliklerle beraber, üzüntülerin sevinçlerle iç içe olduğunu
gördüm. üzüntü kaybetti, çirkinlik yok oldu, sevgi hep kazandı.
Hayatın basamakları hala dimdik. Öğrenecek çok şey var. Öğrenmek için paylaşmak gerekir. Sevinci, üzüntüyü, sevgiyi, sıkıntıyı paylaşmak gerek.
Hayallerinizi yıkan bir olay yaşarsınız. Hayata, insanlara, çevreye küser kabuğunuza çekilirsiniz. Bu sıkıntıdan kendi kendinize çıkmaya çalışırsınız. Sizden başkası o tür bir sıkıntı yaşamıyor onu sadece siz yaşıyormuş gibi hisseder kimselere açıklayamazsınız. Belki de utanırsınız anlatmaya. Oysa pek çok dert
pek çok kişi tarafından farklı biçimde yaşanır ve ortaktır.
Açıldığında karşı taraf gülümseyecektir ve “dinle” diyecektir. Benzer sıkıntıyı nasıl atlattığını ve nasıl gülebildiğini söyleyecektir. Sorunların paylaşıldıkça aşıldığını
göreceksin. Bu şekilde en sıkıntılı olduğun zamanda onu nasıl aşacağını öğrenecek ve bir basamak çıkacaksın. Böylece her paylaşımda bir basamak yukardasın.
Herkesin bir derdi olduğunu asla unutmamak gerekir..Pek çok kişi bunları paylaşarak aşmasını öğrenmiştir. Paylaşmasını öğrenemeyenler kendi içlerinde kaybolup giderler.

Ne güzel anlatmış E.Dickinson tek bir cümleyle geride kalan zamanı; Sevecen gözlerle bak ardında kalan zamana, elinden geleni yaptı o, şüphe duyma. Evet! Zamanın ve zaman içinde paylaşmanın değerini bilmeli.

Zehra Akçakaya

Haftasonu

İlk ve orta dereceli okullarınızın tatilleştiği günler bayram sevincinizdir… Yolculuklar başlar harman yerine… Yolculuk dedimse tozlu patika yollarda yolculuk… Yeşillikler içinden geçersiniz kuşların cıvıltılı sesleriyle… Amanos dağlarını aşmış olursunuz sonra… Koca bir ova çıkar karşınıza… Yol alırsınız uzun uzun … Göletlerden geçersiniz kayıklarla… İnce ince sözülürsünüz Tahtaköprü barajına… Karasu derler süzüldüğünüz yerlere… Sonra çayırlara uzanır ara verir ve azığınızda ne varsa silip süpürürsünüz… Tekrar yola koyulursunuz…

Yıldızları görür havanın karardığını hissedersiniz… Bir teyzeoğlunuz acımasızca döktürür sözlerini… Korkar… Ürperirsiniz… Sanki diken diken olmuştur teniniz… Yıldızlara bakmamayı geçirirsiniz aklınızdan… Bunun da bir çözüm olmadığını düşünür tekrar bakarsınız… Fakat hiç istemezsiniz yıldızların kaymasını… Çocuk aklınızla “yıldızların kayması bir yakınınızın ölüm haberinin alınması” demek olduğunu… teyzeoğlunuzun ürpertici sözlerinden duyarsınız… Mercimek dağlarında yatmayı unutmuş bir yıldız olmuşsunuzdur…

Adına İslahiye denen küçük bir ilçede bulursunuz kendinizi… Sabahın erken saatlerinde sizi namaza hazırlar horozun ünlemeleri… İbriğinizi alır avluya çıkarsınız sonra… Abdest alırken yüzünüzün soğuk suyla yunması hırçınlandırır ayrıca sizi… Büyük bir edayla gerekli olan her şeyi yaparsınız… Kabulünü de Rabbe bırakırsınız… Minyatür ellerinizden güneşin kızıllığı belirir sonra… Hazzın doruklarına varmışsınızdır… İnek möölemeleriyle hareketlenme baş gösterir mahallenizde… Çapaya gidecek esmer kızlar ve gelinler traktörün römorkuna binerler birer ikişer… Ellerinde çapa ve kızılın tonlarında yazmalarının bir tuhaf bağlandığı olur gözleminiz… Elinizdeki ince bir çubukla o vakit ineklerinizi nahıra götürürsünüz… Küçük bir taşı çarığınızda taşıdığınız olur… fakat uyuşukluğunuz taşı çıkartmak için uğraşı da verdirmez size… Dönüşte fırından taze çıkmış somun alır sabah kahvaltısını avluda yapmanın tadına varırsınız…

Mezbahane avlusunda kasap çırakları küçük bir tatlıcı çocuğun etrafında çoğalırlar… Ve kargaşayla fazladan tatlıları midelerine aşırırlar… Fakat farkında olmaz tatlıcı çocuk… Yine kasap çırakları ayaklarındaki kaba çizmelerle futbol maçına tutuşurlar… Sizin gözleminiz çok kırıcı ve vahşi oynandığıdır… Annenizin ise , sizi çağırdığı ünlemeleri gelir kulağınıza… Maçın sonucunu almadan gitmeniz gerekecektir… Anneniz hazırlar sizi okula göndermek için… Siz ise ayağınızdaki çarıklarla haftasonu tatilini bitirmiş olarak okula koyulursunuz… Alfabeyi yeni öğrenmişsinizdir…

A… B… C… derken okumakla geçer yıllarınız böylece…

Mehmet KELEBEK

Güle selam Sana Kelam

Semanın ufkunu saran karabulutlar dağılmış, baharın rikkatini
yeryüzüne yayan ışıltısı sarmıştı. Güneşin enginliğini gözlerimize
yapıştırarak, güllerin rengini ve kokusunu sinemizde yatıştırarak öteler
ötesinin ufuk perdesi aralanmıştı. Güneşin sıcak yüzü tenleri yıkamaya
başlamış, güllerin zarif yelleri açılmaya başlamıştı.
Akşamın mehtabında sahillerin sürükleyişi hicranımı taşlamıştı.
Zihnimin ince bezini yırtarak, fikrimin kalın tezini kırarak…
Güllerin kanlarını yüreğimde kaçışımla ısırıyordum, günlerin tanlarını
sözlerimde bakışımla ısıtıyordum. Kendimi kaybettiğim, hicranla ezildiğim
yaralı ruhum. Belli belirsiz sahillin dilinde yutularak yürüyorum,
karanlığın gizlediği ufuklara doğru yalnızlığa kapanıyordum… Gökyüzünün
süslü perdesi yıldızlar başımda taç. Bedenimi ürperten ılık ilk baharın
esen uğultusu kafamın odasında dinmişti. Ruhumu saran, kafamın odasını
soran sesin yankısı ise bende sinmişti. Bir yandan bakan güller, bin
andan akan düşler.

Güllerin rengi, günlerin derdi: Birinde gözlere kan akar,
diğerinde izlere yan bakar. Varlık istikametinin var oluşu, karlık
istirahatının yar oluşu yakalandığı an, ruhun sevincine şan takar: Gül ve
günler… Güller izzet, günler ismet. Düşler ise; yüreklerin çizik izi,
kafaların kırık dizi, günlerin yanık sisi.
Zihnimin günlüğü artan adımlarımla tutuşmaya başlamıştı.
Fikrimin külüne, izanımın gülüne yazdığım yırtık sayfalar. Benliğimi
soldurduğu, irademi doldurduğu ve yüreğimi yaslarla yoğurduğu denizin
kucağında! hüzünlere gark olan gözlerime dalgalar çarpıyordu. Duygularıma
vurulan balyozların hıçkırığıyla, düşüncelerime kurulan heyelanların
kırıklığıyla yaslar ve yaşlar artıyordu. Aklım durmuş, ruhum donmuş, kalbim
dalmış…
Düşler..! boş bir avuntu, loş bir anı esintisi olarak beyhude
ömürun tozu olarak dağılıp gider. Düşler sonunda kalan ise yalnızca
kafalara biriken hecelerin hamal yüküdür. Yükler idraklerin derinliğine
sızarak; hayatın değişimini kavranmasını zayıflatıyor, sağlam kişilik
edinmesini hayıflatıyor, toplumun zengin birikiminde kaliteli kimlik
edindiremiyor. Atıl ve sıradan hayatla, bereketsiz ve verimsiz zamanla,
esefsiz ve esersiz özürlülükle ömür geçiriliyor. Anlık anlar dönüyor,
geleceğin bilinmez karanlığına üfleniyor. Ruhları ve kalpleri karartan
vasıtasız ve gayesiz düşler. Bunun sonucunda yüzler kırışmış, dişler
kırılmış, düşler hayatının çarkında sıkışmış olarak yaşamın soluğu söner.

Düşler… gerçekçilikle birleşirse, gayelerin adımı akıl nimeti
ile şekillenirse; hayatın anlamı, varlığın sırrı boşluk yerine hoşluk
meydana getirir. Mana yarışının dinamizmine koşarak insanlık özelliği
yakalanır. Geleceğin aydınlığında akılcı adımlarla, akıcı yaklaşımlarla
merdivenleri çıkarak ihsanların kapısı aralanır.

Güller; bize estetiğin ve güzelliğin resmini fısıldar, sevginin
zarif tebessümünü yaslar. Kırmızılıklar gözlerin yaşlarını isletir,
kırıklıklarla kan olarak yüzleri ıslatır. Güller sevdalara tılsımdır,
yüreklerin yangınlarına biriken ayrılıkların yakarışıdır. Gayesiz düşlerden
uzak, gayelerin derinliğine vakıf olarak, akıl izzetine akif kalarak
güller varlığımda bana paye.

Düşüncelerime yığılan, duygularıma çarpan kelimelerin önüne
geçemeyerek; gözlerimin boğulandığı, ruhumun boğulduğu, kalbimin
kasıldığı, dimağıma kadar biriken selin yığılışıyla ve fıtratımın fırtınalı
coşkusuyla Istanbul Boğazının enginliğine haykırıyorum:
Selam; yaşamın donanım işaretini sunan izler, varlığın gelişim
iradesini açan güller. Adresi benliğimize ulaşan, zihinlerin duvarında
buluşan, satırlara kazınan, hatıralara yazılan: Günler…

Akşamın soğuk deminde, sahillerin millerce uzunlukta ki dilinde
ağır ağır süzülüyordum. Kulaklarımda dalgaların sahile vuran tokadı,
üzerimde martıların acı çığlığı, önümde karanlığın alnı, özümde hecelerin
yağmurları takip eder. Her yanım kuşatılmış, her anım başıma gömülmüş.
Rüyaların bulanık tablosu şiirle tüten duygularımın sandığından
çıkarılarak, fikrimde seyir. Seyir ki hüzün bakış. Yüreğime ok atışı gibi;
bedenimi eğen, ruhumu ezen çatlamış tablo.
Zamanların akıntısında çağlarla sarılan, ruhların ufuk
aşıntısında aralanan, anlık anların harabelerinden süzülen… Destansı sevdaların
düşleri varılan, hicranlı ayrılıklarla yazılan; Üsküdar’ın dudağına
yapışmış konağı, acı aşkların yanağı olan: Kız Kulesi karşımda durur.
Tarihlerin kuyusunda çalkalanan sancıların yakıcı sırdaşı… Kim bilir
hangi sevdanın ayrılıklarına tanık oldu, kim bilir hangi zahmetlerin
kamcısı davasına vurdu. Nice hadiselerin tanığı, nice kasidelerin sanığı
olarak yorgun duvarları fısıldar. Anıların mühründe öğütlenen, asırların
dişinde öğütülen: Kız Kulesi

İstanbul’un kalın ense kökünde, başıma yığılan ağırlığın
közünde yürüyorum; karanlığın gizlediği ufuklara doğru. Uzaklıklar gözlerime
koz, yıkıntılar gönlüme toz, hüzün taşkınlıkları artan doz… Sanki
yılların çilesi ıslatmıştı. Boynuma ateş dolanmıştı. Günler; gözlerimde
okunan hicranla yıkanmış, güllerin kanlarıyla dokunan isyanıyla
sararmış, düşlere sokulan ıssızlıkla sıvanmıştı.

Düşüncelerime yansıyan, güllere ayna. Şu satırların yazılmasına
sebep kaynak. Düşlerimde bilenen, duygularımda şekillenen güllerin
kanlarını yüreğime akıtan, yosunlu kuyuların acılığını yaşatan. Rüyalarımın
penceresinden akan, kafa kağıdına yazdığım eserimden bakan. Şiirlerimin
ilham yazısı seslenir, gül esintisini her andan nefesi kalbimin izinde
savrulan, gün esaretinin her andan ruhumun gizinde kavrulan:

İlk baharla açan güllere selam. Esaretiyle yüreğimi sürgünlere
atan sana kelam…
Kalıpta donan ruhum erimiş, satırda duran özlem kalbime
inmişti. Güllerin aynasında ki kanlar dökülerek, kirpiklerimi ağrıtan anılar
film şeridi gibi canlanmaya başlamıştı.
Gül kokulu, şen dokulu; kafamın odasını altüst eden, fikrimin
adasını işgal eden…
Anlık tozların düşlerinde solukla yürüyen. Damarlarımın ininde
uğultulu seslerle gezinen. Ismin canıma mimlenmiş, cismin kanıma
damgalanmış. Benliğimi ansızın sisleyerek yürüyen sen…
Sen izanımın bünyesinde, zamanlarımın bütünlünde gölgesin.
Gölgenle izin izimi bulan varlık. Zihnimi ve fikrimi kemirip duran
darlık…
Sana sürgünüm: Sevdanın işaretinde atılan oklarla bilinmezin
balçıklarına iten, karanlığın kubbesinde biten sürgün yüreğim
Selamların haykırışı sesini bulsun. Satırlarım senin gözünü
öpsün. Kelamlarım; kırgınlığını dindirerek, kızgınlığını sindirerek
tutsun…

Özkan Karaca

Gökyüzünü Hatırlatan Kitaplar

Her kitabın, kendi okurlarına biraz olsun gökyüzünü hatırlatması gerektiğine inanırım ben. Çünkü her kitap bir parça gökyüzüdür. Sonsuzluğa ait düşünceler taşır sayfalarında.
Kitapları, dünyanın en masum varlıkları arasında saymak zorundayız. Onların, bizden birer parça olduğuna iman etmeliyiz. Unutmamalıyız ki, kitap demek biraz da biz demektir. Onlar bizden birer parça olduğu için masum değildir elbette. Aksine, insanların kendilerine biçtiği rolü oynamak zorunda oldukları için masumdur.
Her kitap insandan söz etmez. Hatta toplumdan da… Ama her kitap, insanlara ve toplumlara ait derin izler taşır vücudunda. Var olduğu toplumun anlayışını yansıtır.
Kitapları sevmek, yaşamayı sevmektir. Gökyüzünü hatırlamaktır bir bakıma. Sonsuzluğa onlarla yelken açarız. En masum hayallerimiz onlarla canlanır. En güzel rüyalarımız, onların sihirli değneğiyle bir anda renkleniverir. Yaşadığımızın farkına varırız.
Kitaplar, en candan sevgili en samimî dosttur. Her sayfası bir sevgi sığınağıdır onların. Sayfalarında masmavi aşklar gizlidir. Ağlamalarımıza, gülmelerimize kaç kez tanık olmuşlardır kim bilir ?
Kitaplar, düşünen beyinlerin meskenidir. Gören gözler, sezen gönüller onlarla yüz yüze gelince çok şey anlar. Düşünmeyen kafayla, sevmeyen gönülle birlikte olamaz kitap. Böyle beyinlerin, kitapla yatıp kalkma gibi bir niyeti de yoktur zaten. Böyleleri anlamaz kitaptan. “Cevahir kadrini, cevherfuruşan olmayan bilmez.” Altının kıymetini sarraf bilir. Çobana sorarsan hata etmiş olursun.
“Bilgisayar çağındayız.” diyecek bazılarımız. “İşlerimizi artık internetle görüyoruz.” diyenler olacak. Teknolojinin esiri olmuş, dijital kimlikli bu kimseler, ne internetlerinde ne de bilgi yükledikleri o küçücük âletlerinin ortaya koyduğu sanal dünyada, hiçbir zaman kendilerini saran bir sıcaklık bulamayacaklar. Masmavi aşklar yaşayamayacaklar asla! Yorgun düşen gözler, ağır aksak çalışan kalpler, bir sevgi sığınağı bulamayacak o dijital dünyada. Gözyaşlarına tanık olacak tek bir unsur bile göremeyecekler belki de!
Kitaplarla dost olamama büyük bir talihsizliktir. Aynı zamanda büyük bir kayıptır da… Solmayan aşklarını, kitaplarla her gün yeniden tazeleyen talihliler! Her birerleriniz, çevrenizde bulunan bir talihsizi, nazınızın geçtiği bir kitapla tanıştırın lütfen! Göreceksiniz ki, etrafınızda birer birer sonsuzluğa ait düşünceler filizlenecek. Gökyüzü, masmavi aşklar yağdıracak susuzluktan çatlayan yüreklere. Yaşadığının farkına varanlar olacak. Gökyüzü hatırlanacak yeniden. Bazı şeyler, kendiliğinden yerli yerine oturacak. Her kitabın, biraz gökyüzü demek olduğuna iman etmiş olacağız son bir kez. Böylece kendimizi yeniden keşfetme imkânı bulacağız.

Şeref Yılmaz

Sevgi Üzerine Sözler

Sevgi yalnız insana vergi olmasa da insanın gene en ulu duygusudur. Anamızı, babamızı, kardeşlerimizi, çoluğumuzu çocuğumuzu görünce içimizin titremesi, onları anarken yüreğimizin ya kaygılı bir sevinç, ya sıcak bir üzüntü ile çarpması dünyamızı genişletiverir. Bir kendimiz için yaşamaktan, öz tasalarımızın çemberinden kurtuluruz. Bir de gönülden kimseye bağlı olmayan, kimseyi aramayan, özlemeyen bir kişi düşünün; akıllı olsun, doğru olsun, acımak nedir, isterseniz onu da bilsin, siz gene bir ürpermez misiniz? Bütün üstünlükleri o yalnızlığı ile sanki yok oluvermez mi?… Doğum ile ölüm arasındaki yolu acılarla da, zevklerle de zenginleştiren hep o sevgi, kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur. Yoksa var olduğumuzu bile anlamaz, düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik.

Sevgi özcülükten başka bir şeydir mi demek istiyorum? İnsanoğlunda ne vardır ki kökü özcülükte olmasın? Anamızla babamızı, kardeşlerimizle çocuklarımızı düşünürken, severken de kendimizi düşünmüş, kendimizi sevmiş olmuyor muyuz? Hepimiz iki büyük korkunun, ölüm korkusu ile yalnızlık korkusunun zincirlerine vurulmuş değil miyiz? Onları bir başımıza taşımadığımız için, onları unutabilmek için türlü işleri, türlü duyguları yaratmışız. Sevgi de kendimizi avutmak içindir. Seveceğiz, sevmeye inanacağız ki sevilelim; yani bizi düşünen, ölmemizi istemeyen, bizim ölmemizden belki bizim kadar korkan kimseler bulunsun. Böylece korkularımızı birleştirirsek, önüne geçilmez diye titrediğimiz sona belki karşı koyar, onu hiç olmazsa geciktiririz. Hiçbiri elimizden gelmese de bari bizi ananlar, gerçek yaşamamız bittikten sonra da bizi düşüncelerinde yaşatacak, varlığımızı kendi varlıklarında sürdürecek kimseler olur ya!…

(…) Yalnızlık korkusu ile ölüm korkusundan büsbütün kurtulmuş, toplum içgüdüsünü yenmiş bir kişi bulunur da o başkalarını severse ancak onun sevgisi gerçek bir sevgi, yalın bir sevgi olabilir. Bizimki bir yalandır, kendimizin de irkildiğimiz asıl yüzümüzü kendimizden de saklayan bir perdedir.

Nurullah Ataç

Kırmızı Araba

Süleyman kara bıyıklı bir işçidir
Ve bu kara bıyıklı Süleyman’ın hikayesidir
İş bulduğu günlerde evine dik dönmekte
Ve götürdüğü ekmeği yemektedir
Karısı Neriman ve oğlu Cevahir’le birlikte

Ne kadar zalim esse de rüzgar
Ne kadar belini bükse de ekmek parası
Aslan gibi bir adamdır işçi Süleyman

Onun Cevahir’i vardır
Cevahir altı yaşındadır
Çünkü gözleri çakmak çakmaktır
Çünkü Süleyman’a bir başka bakmaktadir

Bir pazar sabahi
Tutar babasi Süleyman; Cevahir’in elinden
Ve yaninda kader yoldaşi karisi Neriman
Çikarlar gezmeye Istanbul’u inadına
Bir yol düşünür Süleyman
Ulan bu bahtı kapalı kentte
Yürümek de parayla değildir elbette
Üstelik Neriman’a hanidir istediği o naylon terlikle
Canından özgü Cevahirine
Bir gazozla bir simidi alabilecek kadar
Para da vardır cepte

Yürürler İstanbul şehrinin kalbine
Önce Nerimanın naylon terliği alınır bir seyyardan
Sonra da beğenirler simidin en hasosunu umutları Cevahir’e

Anlatır işçi baba Süleyman
İş ararken adım adım arşınladığı sokakları
Bak Cevahir işte şu Yeni Cami
Hem cami hem güvercinlerinin bakması nasılsa bedavadır

Bak Cevahir şu dumanı tütenler vapur
Şu çığlık çığlığa ağıt yakanlar martılardır
Hem vapurun dumanı hem vapurun düdüğü de bedavadır
Bak Cevahir şu uzakta görünen de köprüdür
Geçmesi değilse de onun da bakması bedavadır

O pazar günü
Kara bıyıklı işçi Süleyman
Karısı can yoldaşı Neriman
Ve gözleri çakmak çakmak olan oğulları Cevahir
Gezerler İstanbul şehrini böyle bedavadan

Ve birden mumun alevi söner
İstanbul’un yalanı biter
Nasıl olur bilinmez takılır Cevahir’in gözü
Bir oyuncakçı vitrininde
Pırıl pırıl yanan kırmızı oyuncak arabaya
Döner karabıyıklı dağ gibi babası Süleyman’a
Bana şu kirmizi arabayi alsana baba
Alsana be Süleyman
Canina can parçana
Bir oyuncak araba almayacaksan eger
Yuh olsun sana
Nasil olsa babasi onu çok sevmektedir
Işin belasi küçük Cevahir bunu bal gibi bilmektedir

Bir vitrindeki kirmizi arabaya bakar Süleyman
Bir karisi Neriman’a
Sonra takılır gözleri Cevahirin gözlerindeki umuda inadına
Ulan alt tarafı bir oyuncak araba
Dünya yansa yorganın yok içinde Süleyman
Alem çökse üstüne hayıfın çok Süleyman
Bakarsın cepteki son gazoz parasına
Cevahir’in o kocaman umuduna
Yakışır şu kırmızı araba

Bırakır karısı Neriman’la Cevahir’i dışarda
Girer iflah etmez bir umutla dükkana
Sorar dağ gibi Süleyman
Usta şu vitrindeki nazlı gelin
Şu zalımın ışıltısı
Şu bahtımın kara yıldızı
Şu İstanbul ağrısı
Şu Cevahir’in çakmak çakmak gözleri
Şu kirmizi araba kaç para
Bir Süleyman’a bakar adam bir arabaya
Çok para der hemşerim yani çok para
Süleyman cebinde bir gazoz parasi
Yikilmiş bir dag artigi
Bir tufan sonrasi perişanligi
Döner kapiya çikmak için dişari
Oglu Cevahir
Kirmizi arabayla getirecek
Babasini beklemektedir
Nasil olsa babasi ordan
O kirmizi arabayla çikacaktir
Nasil olsa
Kara biyikli dag gibi
Işçi Süleyman babasidir
Yani Cevahir’in gözünde o
Dünyanın en güçlü
Dünyanın en zengin
Dünyanın en büyük adamıdır
Süleyman

Ama Süleyman
Eli boş çıkar dükkandan
Sorar Cevahir hani baba
Hani kırmızı araba
Sorar hesabı bulutlar dağa
Nasıl desin Süleyman
Nasıl desin adam yüreği
Ben onu sana alamadım
Benim ona param yetmedi diye
Başlar ağlamaya Cevahir
Başlar bulutlar ağlamaya
Yanar yerin yedi arzı
Ve güvercinlerin kalbi başlar kanamaya
Ulan istanbul yanar içine Süleyman’ın
Sorar Cevahir
Hani baba hani kırmızı araba
Martıları gösterir Süleyman
Bak ne güzel uçuyor
Cevahir martılar havada
Boş ver kırmızı arabayı
Baksana martılara
Bakmaz martılara Cevahir
Bakar yangın gibi arabaya
Ama bak der Süleyman
Ne güzel uçuyor martılar havada
Cevahir bir çocuktur küçük yüreğinde yer çoktur
Takılır gözü martılara
Gözünden sel olup akan kan rengi yaşlarını siler
Evet der ne güzel uçuyor martılar havada
Ve unutur gider Cevahir kırmızı arabayı

Unutur gider dalar gözleri martılara
Cevahir unutur unutmasına ya
Kara bıyıklı dağ gibi işçi baba Süleyman
Ömrü boyunca unutmaz o kırmızı arabayı
Her gece döşeğine yattığında
Uyumak için gözlerini kapadığında
Demir lokma gibi
Bir kırmızı araba takılır durur kursağına
Bütün ömrü boyunca

İşte bu
Kara bıyıklı Süleyman’ın hikayesidir
Ve herkesin bir yerine
Birgün bir Süleyman acısı değmiştir

İbrahim SADRİ

Duyuru

Sefil bir nazara geldim nargile içinde duman
Baharsız sevişme edasındayım kimsesiz
İzah edemiyor durumumu hiçbir argüman
Ya bitir bu gelişmeyi kökünden
Ya da kısa dalga birşeyler çalınsın
Yine eskisi gibi radyolarda
Hani megahertz filan bazı sırlar veriyordu
Metalik sesleri ve bordroları olan saygın adamlar.

Aşk yasaklandı artık halka açık yerlerde
El tutmak yol açıyor diye hesapsız susmalara
Kaldırdık tüm tutuşmaları
Yasak kelime oyunu yapmak
Yalan söylemek mecburi
Ve serbest ayyuka çıkmak
Artık yağmur sonraları toprak kokmak yasak
Tomurcuklanmak günah
Ve bir insan gözü yüzünden yüz gün art arda uyumamak
Kimse ölmesin diye kimsenin aklında
Her sevdalı verdiği sözü geri alacak
Güneşi, ayı hatta hiçbir tabiat olayı
Şahit gösterilmeyecek hiçbir sevdaya
Ne deniyorsa ona atacak kalp
Ve süresi yirmidört saate çıkarılacak
Meskûn mahalde ağlamanın…

“Ne verdin de ne istiyorsun” yazacak ilkokul fişlerinde
Ve her gün
Her sevişmede
Veresiye değil
Peşin satan kazanacak.

Yılmaz Erdoğan

Yağmur

Yağmur yağıyor mutfak camındayım..Nasıl üşüdüğümü bilemezsin..Menekşelerim çiçek vermiyor artık anne. söylediğin gibi hep dibinden su verdim ama..şimdi telefon açsam sana sesini duynak ta yetmiyor ki..Hep ayni cumleler.Babamlar nasil? Ilacini aldin mi? Nedenini bilmedigim bir aglamak var icimde.Bir yerlere sigdiramiyorum yuregimi.Bazen dalip giderdin mutfakta yemek yaparken tahta kasikla tencerenin basinda oylece.Ne dusunurdun acaba? Ozlemek cok fena anne, anlamak seni daha da fena..Omuzlarim agriyarak uyaniyorum sabahlari.Benim kizimin omuzlarimı ovmasina daha cok var.Gittikce sanami benziyorum ben? Ya da ‘annenin kaderi kiza’ dedikleri dogru mu? ‘baban eskitir herseyi kizim, ‘demistin bir kez.Anlamamisim meger, eskiyormus annecigim.Omzunu ovacak kalmiyormus meger ayni evin icinde.simdi duysan bunlari, ne uzulursun mutsuz mu kizim diye, coktan kendinden vazgecmis bir sesle.Mutsuz degilim de anne, yagmura ve mutfagimdaki kedere care bulamiyorum.Evimi topluyor, toz aliyor, patlican kizartiyor, televizyon seyrediyor, aksam calan kapiyi aciyorum.Actigimi goren olmuyor.Pisirdigim yeniyor da, guzel olmus denmiyor.Cay demleniyor demleniyor, demleniyor.Kederim mutfagin her yerine yerlesiyor.ah Nasil eskiyor hersey anne, nasil eskiyor.eskilerimi atmaya kiyamiyorum. Seni cok ozluyorum.bana yasakladığın bahçeler sana da mı uzaktı hep.? gidemeyişine ağladın mı sende? ne zaman eskiyor sevgiler ödenen bedellerin acısı geçince mi?
işte böyle… kalbimde bir acı şarkılar seni söyler..

iclal aydın