Aylık arşivler: Mart 2008

Kurtlar Sofrasında Dört Yıl

Her mekân değişik bir anlam ifade eder bana, içinde yaşantım olduysa eğer. Hiç tanımadan sırf isminden dolayı önyargılı davrandığım ya da o tanıdıklık sayesinde fark etmeden ısındığım insanlar gibidir şehir adları da. Bazılarını hoş bir tebessümle hatırlarım; bazılarını da buruk bir tatla. Belki terk ettiğim, çekip gittiğim yeri de özlerim daha sonra; ama bu özlemlerimin zaman ya da mekânla ilgisi yoktur. O yeri değil; sevdiklerimi, onlarla paylaştığım anları özlemişimdir aslında; şehri ise sadece sevdiklerimi ve hatıralarımı içinde barındırdığı için özlemiş…

Kolilere koyduğum eşyaların karşısında durmuş artık geride bırakmaya hazırlandığım şehirde geçirdiğim zamanı, bu şehrin bana kattıklarını; ama daha çok benden çaldıklarını düşünüyorum dalgın dalgın. Bitkindim! Yorgunluğum sadece bedensel değildi şüphesiz; göç etmekten yorulmuştum ben, kırlangıçlar misali. Her ayrılık yeni bir başlangıçtı; bunu biliyor olmak bile nedense rahatlatmıyor bu sefer. İlk veda değil yaşananlara, ilk toplanışı değil eşyalarımın; fakat bu kez fena hırpaladı beni şehir.

Bana karşı galipti!!
Boş odanın içinde bir tur atıyorum yavaş yavaş; içindekiler koparılınca mahzunlaşıyor o da, sahibi gibi… Ellerimle leylak rengine boyadığım duvarlarını, ortasından geçen bordürler bile tamamlayamıyor artık. Boşalan aynanın yeri hesap soruyor sanki bana. Çerçevelerin içi boş, raflar sahipsiz, koridor yapayalnız…; inceden kulağıma gelen müziğin sesi ayrılık nameleri taşıyor.

Tamamıyla bana ait olan bu oda, bu ev ben kokuyor…
Ve sen, hatta sen bile özlüyorsun beni daha gitmeden…
Üstünü herhangi bir perdenin örtmediği, mahzun ve mahcup pencereye
doğru yaklaşıyorum daha fazla dayanamayarak; cam da hayatım kadar şeffaf ve
tüm çıplaklığıyla seriyor seni gözlerimin önüne…
Güçsüzsün şimdi bana karşı, gardını indirmeyi becerebildim; zaferini
ağız tadıyla yaşatmadım sana. Masken sonunda düştü ve bu düşüş hiç
beklemediğin bir anda kopardı beni senden. Gidenin hesabı, kimse tarafından
sorulmaz sanıyordun; ama ben gitmeden soruyorum sana o hesabı, hem de
hiç tatmadığın bir usulle!

Gelişimi hatırlıyorum sana dün gibi. Herhangi bir umut yüklememiştim
kendi yüklerimin içine. Hudutlarında olmamayı, hatta senden kaçmayı ne
kadar da istemiştim. Elim kolum bağlanmış, kapana kısılmış duygusuna
kapılmıştım. Alışmak zor olmuştu sana, oldukça uzun bir süre. Yeni bir mekân, yeni bir iş, yeni bir çevre, yeni arkadaşlıklar ve yeni bir yaşam…
Hayata yeniden başlamak ve geçmişi bir yerlerde asılı bırakmak bir
nevi…
Geldiğim yer gelmeyi hiç düşünmediğim bir yer olduğu için daha da zor
olmuştu; havana, suyuna, toprağına, sana alışmak herhalde. Kabullenmeyi
ertelediğimi gördükçe, sen de beni reddettin. Ve alışık olmadığım bir
yaşam tarzına zorunlu kılarak aldın intikamını benden.
Herkesten fazla benimle uğraştın sanki…
Herkesten fazla bana takıldı aklın…
Ve bir tek beni yenmek için uğraştın!
Ben seninle savaştıkça, sen benimle daha bir savaşır oldun…
Senin gibi küçük illere alışık değildim ben ve de küçük düşüncelere
sahip beyinlere. Hayali olmayan, hayal bile kurmaktan yoksun insanların
çoğunlukta bulunduğu bir gezegende, uzaydan gelmiş gibi hissettirmiştin
kendimi.

Önce asosyalliğinle boğmuştun ve ben üstüme bin tonluk bir öküz oturmuş
da altında bir gram nefes alabilmek için debelenip duruyormuş gibiydim.
Sürgün bölgesindeki mahkûmların çaresizliğinden farklı kılmamıştın
durumumu.
Algılamaya çalışıyordum etrafı, kişileri, zihniyeti…
Algılamaya çalışıyordum en çok da seni…
Herkesin kendi yaşantısını bırakıp bir başkasınınkinin derdine düşmesi
ve kimseleri tanımazken ben, herkesin hakkımdaki her şeyi en ufak
ayrıntısına kadar bilmek için olağanüstü çaba harcaması garip geliyordu ilk
zamanlar. Sen tutmuştun o insanları da bana karşı, şimdi idrak
edebiliyorum. Topraklarına yerleşen ya da buna niyet edenlere yaptığın gibi
beni de sınıyordun sürekli sinsice.
Oysa isteyerek gelmemiştim ben sana; sen beni bulup getirmiştin unutma!!
Zamanla alıştırmıştın bana kendini şehir; hatta doğal gelmeye bile
başlamıştı yadırgadığım, eleştirdiğim, kınadığım özelliklerin. Daha az
sıkılıyordum ahtapot gibi sarıldığını düşündüğüm senden ve de daha az
özlüyordum bırakıp da sana geldiğim yerleri.

İnkâr etmiyorum zevk de verdin, mutluluk da; onları benden almadan
önce. Sisli dağlar ardında ne zaman patlayacağı belli olmayan bir ihtişamla
gizlenmekteydin besbelli. Bilmeliydim asaleti de çirkefliği de bir
arada taşıdığını; öyle ya da böyle özünden, yaşantından bir şeyleri zamanı
gelince bana sunacağını… Ve sen bilmeliydin; gönül rızasıyla vermek
istemesen bile benim onları senden zorla alacağımı…
Anlıyorum ki şimdi, idam edilmeden önce son isteği sorulacağına inanan
bir suçlu gibi beklemişim ben seni bilinçsizce. Oyunlarını hep deneme,
güç gösterisi sanmışım beni ele geçirmeye çalışmak üzerine. İddia
olarak görmüşüm belki de; “Sen mi beni yeneceksin; yoksa ben mi seni
yeneceğim” diye.

Bana sormadan yaşantıma soktuklarını da öyle algılamış; öyle
değerlendirmişim hep. Sorgulamamışım; düşünememişim hainliklerini insanlara da
yükleyebileceğini! Aramamışım onlarda art niyet ya da senden bir soluk!
Hata etmişim. Dedim ya herkese, her şeye rağmen sen yendin beni…
Sadece günlerimi değil; yıllarımı geçirmiştim oysa ben seninle.
Dönüşlerim hep garip duygular içerirdi; ne olduğunu benim de tam çözemediğim.
Yaklaştıkça sana, uyku tutmazdı gözlerimi. Tabelanı her gördüğümde de
değişik bir kramp girerdi mideme, mutlulukla üzüntü karışımı. Senle de
olmazdı; sensiz de… Eroine muhtaç bir bağımlı gibi kopmak ister;
istedikçe daha da bağlandığımı hissederdim sana.
Vefasızlık ettin sen bana karşı, biraz da vicdansızlık. Aramızda oluşan
sürekli rekabete bir türlü gem vuramadın ve içinde büyüttüğün büyük
hırsa yenik düştün anlaşılan. Benim seni çözmemi ise hiçbir zaman
hazmedemedin; hep bir kamufle aradın kendine, dokunduğu cismin rengini alan
bukalemunlar gibi…

Oysa ben uzun süre önce seninle yarışmaktan vazgeçmiştim; sense bunu
beni kaybetmeden anlamakta geciktin!!
Büyük bir hüzünle gelmiştim; bambaşka bir hüzünle gidiyorum şimdi.
Ve biliyorum ki çok şey öğrendim senden hayata, insana dair!
“İhaneti de gördüm; alkışı da duydum” işte o misal.
Üzüldüm; ama sevindim de. Kırıldım; fakat baş tacı da oldum. Hayran
oldum; sonra iğrendim. Kimi zaman kazandım; kimi zamansa kaybettim.
Kandım, inandım! ÇOK Sevdim; ÇOK Nefret ettim!!
Dostluklar gösterdin bana, bildiğim hiçbir yapıya sığdıramadığım; ama
dostlar kazandırdın bildiğim her yapıyı içine sığdırdığım!!
Sonra daha çok Allah’a sığınır oldum sayende; yaşattığın
adaletsizlikleri, saygısızlıkları, riyaları, seciyesizlikleri, oyunları gördükçe…
İsyan etmiştim sana hatırlar mısın “Hak bunun neresinde?” diye.
Cevap verememiştin.
İnsanları kendi ölçülerimle değil de, kendi ölçüleriyle yargılamam
gerektiğine inanmıştım. Ama sonra…
İnsan olmayan insanlarla tanıştırdın beni; çoğu hayvanı ise kendim
kadar insan sandırttın hiç sebepsiz…
Siniye konulmuş bir kuzuysan eğer akıllı olmanın bir getirisi yokmuş;
öğrettin!

Kurtlar sofrasının en ihtişamlı parçalarından biri yaptın beni hiç
bilmeden; fark bile edemeden. Onlara ruhumu, banaysa aklımı yedirttin!
Savaştım; yine de var gücümle direndim sana ve yandaşlarına!
Doğruları sabitleyememekten, yanlışların doğruları götürmesinden,
menfaat ilişkilerinden, yozlaşmış karakterlerinden; ama en çok da yalanlarla
dolu düzeninden yoruldum!!
Gidiyorum işte…
Aldıklarımdan çok benden aldıklarınla; umutlardan çok hayal
kırıklıklarımla…
Sana rağmen eyy dostluğumu paylaştığım; ama benliğimi kirleten şehir…
Değişmeyen değer yargılarım, sahip olduğum inançlar ve geride bıraktığım
yalan bir hayatla…
Tek başına kurguladığın hayatını sana bırakıyorum şimdi seve seve.
Komedinde de, dramında da yerim olmasın mümkünse.
Anılarıma iyi bak; çünkü bir daha yok onlardan senin yaşayabileceğin.
Yanlışları yakalarken doğruların da değerini vermelisin.
Öğrettiklerimi uygula; bazen sen de yenilmesini bilmelisin.
Ve tek şey istiyorum giderken senden; Sevdiklerime iyi bak! Bir gün
gelirsem geri; onları senden almadan gitmeyeceğim…

Başak Ergenekon

Kristal Yangınından Düşen Aforizmalar

Yandığım doğrudur metanet denizlerinden…Her gün bir gülün derdindeyim…ne gören oldu ne de anlayan…bu yüzden kaçışlarım vardır kalabalık vadilerden kuytu aşiyanlara…bazen bir kuş kanadında , müşfik bir seslenişin ortasında …bazen de gülzarında bir rüyaya çıkıyor kapılarım…bütün bunlardan ne nur yüzlü kızlar ne de gül kokulu azizler bihaberdi…

Ne kadar Yusuf’uz ve ne kadar Yusuf’sunuz ! … Saf bir çocuğun kalbinden çıktım bu gece ben…çıkarken künefeciden… mesajında bütün güzellikleri buldum ben…kendimde miyim desem , değildim zaten…ayazların , parmak uçlarının ve en çok da bir gülün derdindeydim…

Yandığım doğrudur zindanlarında…olgunlaştığım da…aşk ile yanıp yakılan bütün insanları dinliyorum…herkes ağlayanım oluyor halime , ama merhem de olmuyor kimse…kokusunda kaldığım bir gülün uçurtma kanatlarındayım…kimseyi yaklaştırmıyor tahtına sevgilim… sevdiğim ne güzel… zindanım ne güzel…ne güzel rüyalarım…ne güzel…

Ne kadar Yusuf’uz kaçışlarımızla….düşündüm… ağladım bugün üç çeyrek güzelliğine…herkes güzel de bir ben miyim çirkin diye… bütün seslerin haykırışında isyanlar vardı ve sus dediler artık sus! Rüyalarımızı verdik ne güzel insansın diye…gelen geldi vereceğini verdi… sen de ver güzelliğini de…Nasıl olur dedim nasıl ?…olur olur dedi…peki tekrarından nasıl olur dedim…açarız önünü dedi…demek huzur ile kalktığım bu yüzden…ne güzel rüyalarında olmak…ne güzel…

Yandığım doğrudur hasretinden… arzu halimle gaflet ve delalete düştüm mü ben ?…zina ehli mi oldum ?… konuştum mu sustum mu ben ? söyle gül kokulu yar söyle ! ağlatıp da soldurdum mu ben?

Ağlayıp da solan bir benim… zindanlarında mutlu olan da ben ? ama yandığım doğrudur hasretinden…gafletlerden de kaçtığım doğrudur…

Ne kadar Yusuf’uz içimizdeki sese , soluduğumuz kafese…ne kadar rüyayız ilahi nefeslere…ne kadar gerçeğiz nefislerle…sahi biz ne kadarız ?… belki öğretilerimiz kadarız sokak uçlarında , belki üşüdüğümüz kadarız , aşk iklimlerinin köşe başlarında…zindanlara girebilecek kadar yumuşak huyluyuz belki…hatırda kalacak kadar yorumlardayız…ne kadar Yusuf’uz içimizdeki sese…sahi ne kadar Yusuf’uz

Yandığım doğrudur krizantem düşlerinde…aforizmalarda kaldığım doğrudur…yağmur hıçkırığıyla çoğaltıyorum gündüzümün en kuytu yerlerini…aşk ızdırabıyla aşıyorum rüyalardan kalanları…sabır diyorum her şeyden evvel sabır…sabır ey güzel sabır ? ne de güzelsin sen ulvi iklimlerde…ey güzel sabır !…

İlk ve son nefes kadar aralardasın…aşinalığım da sana , sabrım da…kararsız noktalarda kaldığım aşk ile yandığım kutsalın kıyılarındasın…lavların akarken ayak uçlarımdan denize kavuştuğum noktadasın…soğuk dalgalar kadar yakıcı lavlar korkusundan taşıp da coşan , ne çok öte aralardasın…elini açtın dua ile… her günüm Yusuf-33 diye…bekle beni bekle ! ateşinden korktuğum rabbimin sabrındasın…

Sufi’nin bir günü gibi yaşamamışsam bir ömrü , terk edilmiş cennetlerden ve ana rahmine düştüğüm günden beri elvedalarına ağlamamışsam , bir günü bir gül niyetine sevmemişsem , sesimde kalan sesini zina diye vermemişsem ve eğer ki zindanlarına mahkumum dememişsem , bir ömür bir gün olsa ne yazar…

Yandığım doğrudur ne kadar Yusuf’uz deyişimizden…bir güne niyet verdim Nurundan gülümsün diye…nurundan güller veresin…uçurtmanın ipinden tutulasın kuyruğundan ben jilet diye…reyhan reyhan kokulu öğretilerde kemaleti öğreten olasın… sen de zindanlarımda benim gibi Yusuf Yusuf kalasın…

Mehmet KelebeK

Kerpiç Betonu Döver mi?

Bor-kent, Termal-kent, Toki konutları derken, ilçemizdeki inşaat sektörün-den psikolojik olarak etkilenince, sektörde yerimi nasıl alacağımı düşünmeye baş-ladım. Termalkent için geç kalmış, Toki için finans yaratmanın dışında daha önemlisi, yapılan binaların biçimini, kat sayısını ve gelecekte sorun olacağı muhte-mel olan ilçemiz insanının “apartman kültürü” konusundaki olasılıkları beğenme-miş biri olarak ne yapacağımı düşünürken aklıma bizim “Kerpiç” evi onarmak geldi.
Aslında uğraşılacak yanı yoktu. Kerpiç halk arasında inşaatın hep aşağıla-nan, horlanan malzemesi idi çünkü. Kime sorsam; “yenisini yap daha ekonomik olur” diye mühendisvari görüş bildirdiler.
Kafam karışsa da inşaat deneyimime buradan başlamak zorunluluğu vardı. Ben de öyle yaptım. Yaptım yapmasına da bu “kerpiç” denen malzeme ne menem bir şeydi diye de araştırmaya giriştim ve şaşa kaldım !
Sen misin araştıran.
Etraftan etkilenerek benimde horladığım, aşağıladığım, kıymetini bilmedi-ğim kerpiç meğer şu an sadece bizde değil, tüm dünyada mercek altına alınmış ve bilimsel olarak incelenmekte olan bir malzeme imiş.
Kullanım tarihi oldukça eski olan bu malzemenin kullanıldığını ilk yerleşim uygarlıklarında görmek mümkünmüş. Mesela tarihi 9 bin yıl öncesine dayanan Konya yakınlarındaki Çatalhöyük’teki yapılar kerpiçtenmiş. Yunan mimarisinde de kerpiç yapıların hatırı sayılır bir yeri varmış. Geçmişten günümüze ulaşabilen kerpiç binalara en güzel örnek ise Van Kalesi imiş.
Kıymetini her ne kadar bilmesek de, uzmanlar ve Üniversitelerin İnşaat Fa-külteleri onu tekrar gündeme taşımak için uğraş veriyor. Depreme karşı betonarme yapılara göre iki kat daha dayanıklı olduğu yetkili ağızlarca deklere edilen Kerpiç, kullanışlı ve ucuz olmasının yanı sıra sağladığı enerji tasarrufu da cabası.
Dünya nüfusunun % 33’ü kerpiç yapılarda yaşıyormuş. Amerika’da özellikle zengin insanlar bu tür yapıları tercih etmişler. Rahatına ve konforuna düşkün var-lıklı kişiler, sağlıklarını düşünerek kerpiç yapılarda yaşıyormuş. Hatta bu malzeme ile dört kata kadar yüksek yapılar yapmak mümkünmüş. Arizona Eyaletinin nere deyse tamamı bu kerpiç yapılardan oluşuyormuş. Avrupa ülkelerinde de revaçta olan bu malzeme ile Yemen’de altı katlı binalar
bile yapmışlar.
Ülkemizde kerpiç ile ilgili çalışmalar İTÜ de 1970 yılında başlamış. Hatta bu Üniversitemiz kerpicin, çağımızın en iyi yapı malzemesi olduğunu söylemiş. Bu konudaki araştırmalar sürerken bir Profesörümüz, 100 kg. toprak, 22 litre su, 2 kg. kireç ve 10 kg. alçıyı karıştırmak suretiyle “Alker” adı verilen yeni bir kerpiç çeşidi üretmiş.
Karışım 3 dakika gibi kısa bir sürede mikserde karıştırılıp, kalıba oturtuluyor ve 20 dakika sonra inşaatta kullanılabilir duruma geliyormuş. Bilimsel araştırma yapanlar “bir taraftan çamur kalıba dökülürken bir taraftan da çabucak kuruyan Alker’le duvar oluşturulabiliyor. Zaman ve enerji kaybı en düşük düzeyde. İki kişinin yapacağı işi bir kişi yapabiliyor.” Şeklinde görüş açıklıyorlar. Geleneksel, bizim bildiğimiz kerpiç içine atılan yüzde 10 oranındaki alçı, bu yeni yapı malzeme-sinin suya karşı olan dayanıklılığını artırıyormuş.
İTÜ Türkiye’nin kerpiç mirasını korumak, enerji kaynaklarını tasarruflu tüket-mek, sağlıklı iç mekanın yapılabilir ve sürdürülebilir olmasına katkıda bulunmak ve yöresel malzeme ve insan gücünü değerlendirmek amacıyla tam 35 senedir çalış-malar yapıyormuş. Bu malzeme ile üretilen ev örneklerini de uluslararası platformlara taşıyormuş.
Özellikle 17 ağustos depreminde iyi yapılmış kerpiç mekanların ayakta kal-dığını tespit eden akademisyenler, “Kerpiç depreme karşı son derece dayanıklı bir malzemedir. Büyük depremleri çok rahat kaldırır. Bu, kerpicin yapısından kay-naklanıyor. Basınca tuğla ve betondan iki kat fazla mukavemet gösteriyor” diyorlar. İzolasyon kapasitesi yüksek olan bu malzeme, yapı dışındaki istenmeyen sıcaktan ve soğuktan mekanı koruyor.
Fiziksel ve kimyasal eskimeden korunmuş olan duvarda mikro organizmalar birikmiyor ve küf meydana gelmiyor. İlkel bir malzeme olarak gördüğümüz kerpiç meğerse neymiş. Maliyeti az, üretim tesisi kullanılmasını gerektirmeyen tek malzeme olan kerpiç, kendi evini yapmak isteyenlere öz olanaklarını ve ev sahibi olma imkanı veriyor ve geleceğin gözde malzemesi olarak görülüyor.
Ben başıma gelen ve hiç bilmediğim bir konuda bunları öğrendim ve sizlerle paylaşmak istedim. Bu hafta böyle. Hem deprem bölgesi olan, hem yarıdan fazlası kerpiç ev olan Emet’te, çelik konstiriksüyon binaları ya da plazaları mı anlatsaydım ?
Siz ister konu bulamadı deyin, ister züğürt tesellisi deyin, ister “ev yaparsan tuğladan, kız alırsan Muğla’dan” deyin.. Ne derseniz deyin ama, mutlaka,
Sağlıklı mekanlarda kalın

İbrahim Hügül

Kendimizle Yaşamak

Bugün sevgililer günü. Oysa sevgi bir güne sığdırılamayacak kadar
büyük . Sadece bir gün onu sembolleştiriyor. Belki de sembol imzası
oluyor. Sevgiyi içinde hissedip yaşayamayan çok kişi var. Sevgiyi
erteleyen, hayatı erteleyen ve bir gün baktığında yakalamakta geç kaldığını
görenler var. Sevgi içinde doğup sevgiyi hiç yaşamadan gidenler var.
Yüreğimizden sevginin eksik olmamasını diliyor herkesin sevgi gününü
kutluyorum.

Hangi birimiz kendimizi tam olarak tanıyor, duygularımızı tam anlamı
ile ifade edebiliyoruz ki? Kendimize yaklaşabiliyor muyuz gerçek
anlamda? Hayır. Kendimizden korkuyoruz. Duygularımızın bizi inciteceğinden,
isteklerimizin gerçekleşemeyeceğinden, inanmaktan, hayallerimizin bizi
terk etmesinden, belirsizlikten korkuyoruz. Korkmamayı denemiyoruz.
Oysa amaçlarımıza korkarak ulaşamayız. Korkularımızın amaçlarımızı
engellemesine izin vermemek gerektiğine inanıyorum ama sorumlulukların
korkusu ağır basıyor..

Yaşamak; yalnız nefes alıp vermek değil . Hissetmek, duymak,
düşünmek, düşüncelerimizi aktarabilmek, sevmek, sevilmek, kazanmak, kaybetmek, acı çekmek, üzülmek, geçmişle yüzleşebilmek, şarkı söyleyebilmek,
gülebilmektir gerektiğinde acılara….

Bomboş denizler ülkesi,
Bomboş mavilikler diyarı,
Sessizliğin dünyası,
Yalnızlık.
Bazen rakı dosttur insana,
Bazen insan dosttur insana,
Sıcacık kitap dosttur, yalnızlık dosttur,
İşte;
Dostum yalnızlıktır benim,
Çünkü daha çok beraberim.

İçimizde bir yerlerde paylaşamadığımız bir şeyler vardır. İşte orada
hep yalnızız.
Yalnızlığı yaşamak ile yalnız kalmak karıştırılıyor sanki. Bizi
korkutan yalnızlığı yaşamak mı yoksa yalnız kalmak mı? Aranıp sorulmamak,
kimsenin aklına gelmemek, yanınızda olan insanların bile fark etmediği
biri olmak bizi korkutan asıl sebep bu işte. Yanınızdakinin ne düşünde
ne de düşüncesinde olmamak, hatta sizin düşünce ve düşlerinizde de
yanınızdakinin olmadığını fark etmek ürküten gerçek ve işte yalnızlık.

Hiçbir şeye yakın değilsin
Ne de hiçbir şeyden uzak
Yakın sandığınla aranda
Sonsuz tane nokta
Uzak sandığınla aranda
Bir gülümseme mesafesi var.

Bir yazı içinde okuduğum bu dizeler çok doğru geldi bana. Uzak iken
bile yalnız olmadığını hissedebilmek ne güzel mutluluk. Bunu hissedebildiğin zaman yalnızlığı yaşamak güzel işte. Kendimizi zayıf ve güçsüz
hissettiğimizde kaçarız yalnızlıktan. Korkarız. Oysa güçlü ve güvenli
hissettiğimizde kucaklarız belki de yalnızlığı. Bir denge tahtası. Bir
ucunda yalnızlık isteği diğer ucunda yalnızlık korkusu. Bir taraftan
korkuyoruz bir taraftan içten içe özlüyoruz. Belki de içimizde besliyor
büyütüyoruz yalnızlığı.

Yalnızım! Bir saniye bile ara vermeyen
Otobüs gürültüsü arasında,
Yalnızım; Büyük ev ve apartmanlar arasında
Bir başıma,
Yalnızım;Yüzlerce insanın içinde
Tek başıma,
Sevmiyorum yalnız olmayı,
Çünkü;
Düşünmek istemediklerimi düşündürüyor bana.

Evet! işte bütün bu düşünceler içinde;
Yalnızlığımı yaşarken beni düşünen biri olduğunu hissettirerek yalnız
olmadığımı kabullenmemi sağladığın için;
Uzakta iken gülümseme mesafesi kadar yakın olabildiğin için;
sana teşekkür ediyorum

Aşk ile ilgili birkaç satır eklemek istiyorum. Bunları hissettiniz mi
bilmiyorum ama insanın içini sıcacık yapıyor. Çünkü bence aşk, İnsanı
gençleştiren, enerji veren, hayata pozitif bakmasını sağlayan, sevginin
temelini oluşturduğu tanımlanamayan duygudur. Sesini duyarsınız ya da
ismi geçer bir konuşma da yüreğinizin atış ritmi değişir. Göz göze
geldiğinizde ne yapacağınızı şaşırırsınız Düşünürsünüz, yüreğinize nasıl
ve ne zaman girmiş. Girmiş işte fark etmemişsiniz. Bazen öyle bir girer
ki ne yapsanız çıkaramazsınız. Sizin bir parçanız olmuştur. Yatarken ,
yemek yerken, kitap okurken, film izlerken birden, hesapsızca geliverir
aklınıza. Dudaklarınızda bir tebessüm oluşur, fark edersiniz. Ve birden
özlediğinizi hissedersiniz. Ya çok uzaksa. Ya da elinizi uzatsanız
tutacaksınız ama ulaşamayacağınız kadar uzaksa ne hissedersiniz ? İçinizde
bir boşluk, yüreğinizde bir fırtına, dudaklarınızda isyan.
Aşk öyle karmaşık bir duygudur işte..Nedeni, nasılı, niçini yoktur.
Birden olur her şey hesapsızca. Kendinizi onu düşünürken
buluverirsiniz. Dinlediğiniz şarkıda, okuduğunuz kitapta, baktığınız yüzde o vardır.
Herkes de ondan bir şey görürsünüz. . Onu gördüğünüzde vücudunuzda
alışık olmadığınız değişimler yaşar, hissedersiniz. Kalbiniz yerinden
fırlayacakmış gibi çarpar. Tüm benliğinizi tatlı bir ürperti sarar. Nefes
alışınız hızlanır, elleriniz titrer, sözleriniz boğazınızda düğümlenir.
Hep onu görmek, onunla olmak istersiniz. Onunla olduğunuzda zaman nasıl
geçer fark etmezsiniz. Saat sanki maratona çıkmıştır.

Seni düşünürken yıldızlar daha parlak
Renkler daha canlı
Yaşamak daha anlamlı
Sensiz kalmak nefessiz kalmak gibi

Zehra Akçakaya

Katilin Çocuklarına

Maksat doğurganlıksa neden aşka inanır ki kadın… ve maksat doğurtganlıksa neden aşka inanır ki erkek… anlamıyorum doğrusu…

Eğer türünün baskın olmasını isterse , ki ister… bu noktada aşk girebilir mi devreye?… aşk paylaşamamaktan mı doğar?… nedendir ki kadın baskın olana sahip olmak ister… erkek için de aynı durum geçerlidir… her kadın ya da erkek bunu isterse demek ki ortada paylaşılamayacak kadar bir azlık durumu söz konusudur… o zaman bu noktada söz ve cazibe devreye girmiyor mu?… sırf bunu türünün baskınlığı için yaptığını , öte bilinçten çıkartıyor kadın ya da erkek… azımsanamayacak bir durum yani:)))… buna gülmemek elimde değil… kahkahalarım bir çağ yangını gibi büyüyor şimdi… kah! kah! kah!… bir şarkı sözü geldi aklıma “yoksa ben cacık mıyım haaa!”…

Zıtlıkları bünyesinde barındırır kadın ya da erkek… mesela fiziksel olarak yetersizse ya da yetersiz hissediyorsa kendini türünün bu durumda olmaması için yapılı birini düşünür… ama bunun tam tersi de olabilir… yani kadın ya da erkek çam yarması kadar yapılıysa bundan eziklik duyup aradığı özellik de tam yapısının tersinde gerçekleşebilir…

Günümüz insanı şu tipolojide yaşayanları bir yerlere koyamıyor… yani ister kadın olsun ister erkek olsun hiçbir fiziki durumu gözetmeksizin , ruh dünyasında yanan dervişlerin nidasında yaşayanların durumu ne olacak demiyor… beğenileri ruhta arıyorsa bu tip insanlar bir elin parmağını geçmeyecek kadar azdır… o zaman konuşmaya değmez diyorlar… ama ben konuşacağım… çağın delisiyim ya!…

Bazen şöyle bir kandırmacanın içinde olan insanları bundan hariç tutmaktayım… yok benim için öncelik ruhtadır sonra fiziğe bakarım… yalan kardeşim yalan!… dürüst olmak lazım! Değil mi?… ruh aleminde senin için ölüyor bitiyor… bir de bakmışsın ki fizikten kalmışsın… yani bir öğrencinin felsefeden geçer not alıp da fizikten kalması gibi bir şey bu… özellikle felsefe ilmine en yakın fizikçilerin bunu yaptığını ne yazık ki görmekteyim…

İnsanın bilincinin altında tür baskınlığı varsa ve bunu türüne miras bırakma kaygısını bilmeyerek de olsa taşıyorsa bu tiplemede çok piyasa kadını ya da erkeği bulunur… doğurganlık ve doğurganlık bittiği anda inanın onlar için aşk da bitiyor sevda da… yani aşk safsatadan ibaret kalıyor… bir anket yapılsın bakalım evliler üzerinde… aşk ilk günkü saflığında mı?… hala o ateşte yanıyorlar mı? cevabınız her zaman yüzde 95 civarında hayır olacaktır… o zaman insan yüzde 5’e talip olmalı değil mi?… o yüzde beşi bulmak da çağın delisi olmaktan geçiyor sanırım…

Aşkın bakiliği gönül ehli olmaktan geçiyor… bir gerçeklik varsa o da bakmadan , görmeden ve dokunmadan sevebilmektir… ki bunu gerçekleştirebiliyorsa kadın ya da erkek o zaman aşk vardır ve bakidir…

Aşk soylu bir metafiziktir… fakat yaşadığımız fiziksel alemi gerçeklik sanan bahsetmiş olduğum “hani benim için önce ruh dünyası sonra fizik durumu” diyenler için diyorum ; yanmış heyulaların , tükenmiş rüyaların taliplileri olduklarının farkına varamıyorlar… sanırım bu da bir iblis oyunu… iblise karşı ilk mağlubiyetini burada yaşıyor insan… ister bu kadın isterse erkek olsun… ve bu mağlubiyet üzerine kurulu bir hayatı yaşamak ne derecede mutluluk oyununu hakim kılıyor… mutluluk oyununu bile oynamaktan aciz kalıyor insan… skoru 1-1 e getirmek gayretleri kontra ataklarla aranıyor… fakat şundan eminim ki iblis defansı çok sağlam tutacaktır… anlamadığım nokta ise , katilin çocukları olmalarından mıdır ki temel de 1-0 yenik başlıyorlar… belki de yaradılış bu!… yaradılış!… akil insanlar mağlubiyeti görerek başlayınca taktiklerini galibiyet üzerine baştan kuruyorlar… nihayetinde de galip geliyorlar ama çağın delisi olmak zorunda kalıyorlar…varsın olsun!…siz olmak istemez misiniz?…

Bence çektiğim fotoğrafta tüm gerçeklik bu… tabi ki rüyanın içindeki realite bu… asıl realite ise görmeden sevebilmektir… biz bunu gerçekleştirebiliyorsak o zaman azınlık olmayı kabul etmiş oluyoruz… ki doğurganlık ve doğurtganlık fenomenine düşmüş bütün bu insanlar bilmelidirler ki kendileri katilin çocuklarıdırlar.(Habil –Kabil meselesi yani)…

Ve bunu asla unutmamalıdırlar… kime karşı galip geleceğini baştan doğru kestirmeli insan… ister bu erkek olsun isterse kadın!… selam ile…

Mehmet Kelebek

İzmaritler Ve Hikayeler

Bu şehir de yaşayan hikayeler vardır. Elbet vardır onlarında bir sonu. Ama her gün o kadar çok hikaye doğar ki,gidenler fark edilmez bile. Sadece yasayanların değildir bu hikayeler. Bir ağacın,bir evin,bir otobüs durağının ve hatta yerdeki sigara izmaritlerinin bile vardır bir hikayesi. Mesela şuradakine bakın. Evet surda kaldırımın hemen kenarındaki izmarite bakın. Nasılda ezilmiş. Belli ki biraz evvel öfkeli parmaklar arasından fırlatılmış. Hırsla ezmiş sahibinin ayakları onu. Kim bilir kime kızgındı böyle. Belki en yakın arkadaşından yediği bir kazıktı belki de kızının bir sevgilisi olduğunu öğrenmesiydi öfkesini bu bir tek sigaradan çıkarmasına sebep olan.
Ya şuradaki hemen yolun karsısındakine ne dersiniz. Neredeyse izmarit bile kalmamış geriye. Tüketmiş onu içen. Heyecanla bir şeylerin olmasını beklerken. Canını alırcasına içmiş en yakın arkadaşını ve en büyük düşmanını. Sorsak o izmarite neler neler anlatır bize. Onu içenin yüreğindeki fırtınaları ondan daha iyi kim bilebilir ki….Ama gerek yok belki de sormaya .Bir düşünsek biz de hayatımda bunun gibi kaç tane içmişizdir ve hepsini kendilerine ait hikayeleriyle öylesine yere,geride bırakıp gitmişizdir. O orada hikayesini tamamlarken biz bizimkine devam etmişizdir.
Hah bakın bir tanede şurada var. Hemen şu ağacın altında. Öylece duruyor,hiç içilmemiş gibi. Biraz yıpranmış görünüyor ,sanki birkaç nefeste olsa çekilmiş. İçen her kimse onu , belli ki kavuşmuş beklediğine. Atmış elindekini koşmuş sevgilisine,annesine belki de yıllardır görmediği evladına. Yılların acısını çıkarırcasına çektiği birkaç nefesle heyecanına,umuduna,coşkusuna ortak etmiş onu .Beklediği görseydi, yerde öylece duran izmariti bu kadar bekletir miydi acaba onu?O birkaç nefesteki umudu ve umutsuzluğu hissetseydi kıyabilir miydi acaba bekleyenine?
Hikayeler öyle çoktur ki bu şehirde. Bakmasını bilirseniz her yerdedirler. Elle tutacak kadar yakındır size ve bir o kadar da uzak. Hepsinde sizden de bir parça gizlidir. Nasıl olurda bu hikayeler hem birbirlerine bu kadar benzer hem de birbirlerinden bu kadar farklı olurlar diye sormayın bana. Cevap orada,bakın çevrenize. Herkesin hikayesi ne kadar iç içe görüyor musunuz?Yollar bir noktada ayrılmış ve hep bir noktada birleşmiş. Hepsinin içinde birbirinden bir esinti var sanki…Ama herkese farklı acılar,farklı sevinçler yaşatmış bu hikayeler. Herkes bir yerlere izlerini bırakmış hikayelerinin. Kimisi bir ağaca nakış gibi işlemiş,kimisi bir durakta bırakmış,kimisi de izmaritlere yazmış hikayesini. Okunsun diye değil sadece yaşandıkları için. Bir anı gibi,bir imza gibi…
Bu şehir neresi mi?Herhangi bir ülkedeki herhangi bir şehir. Ne fark eder ki? Sizin yaşadığınız yer. Nefes aldığınız,karnınızı doyurduğunuz ve hikayelerinizi geride bırakarak, öleceğiniz yer.

Convaly

Issız Kalabalıklar

Senin için bütün zaferlerim ki en büyük zaferim, tırnakları sökülmüş bir aslanınki kadar büyük.Tattığımı sandığım ufak çaplı bir ölümdü ve kollarım kelepçelenmiş birbirine.dağılan,sararmış yaprakları geri getirmek için koşturuyorum.Sensiz şimdi gözlerim,kalbim,ellerim,hayatım…

Yarım ve ezik bir hayatın ince sızısında buluyorum kendimi.En çok sesinin şefkat tonunu özlüyorum ve üşüyorum sevgili.Çaresini arıyorum beni sensiz bırakan çaresizliğinin.Boşlukta kalınca ise en son hayal perdesi oluyor günlerimin son demlerinde yokluğundaki sızı… buharlaşıyor artık sevgim.sebepsiz bir hırçınlık yaşadığımı anlamıyor sevgiyi dillerde hissedenlerin hazin öyküsü.yara almış zamanlardan kalma bir sevginin peşindeyim artık.ucu bucağı bulunmayan engin bir hayalin ortasında yaşıyorum.sevgiyle beslediğim hayallerimin sadece bir hayal olması enkaza çeviriyor bütün güzellikleri.kış ortasındaki sıcaklığımın sebebi olmanı isterken bambaşka bir örtünün altında kalıyor masum sevgim.

Sırasını beklerdim beni bekleyen tazeliğin ve beklerken sıkıcı bir çaresizliğin tapınağında yaşayacağım hiç aklıma gelmezdi.bulutların ardında hayallerinin ötesini görürdüm. kimsesiz kalan şu benliğin içindeki acınası zavallılığım hiç bu kadar perişan olmamıştı.her kahkahanın ardından gelen gözyaşları gibi senin ardından da sensizlik geliyormuş.anladım…

Özüm Öz

Hüzün Anılar

Yüreğimin yangını intizara sürüklüyor, günlerimin sızısı
ıssızlığa itiyor, düşlerimin batan kayığı hiçliğe gömülüyor, kafam seni
resmederek sessizliğe atıyor. Kalbim seni heceleyerek sensizliğin hüznünde
yakarışım adımlarına yayıldı, gözlerinin kuru penceresine yazdığım satırlarım
kaldırımlara atıldı. Gözlerim yaşla yırtılarak, gönlüm yasla kırılarak
seni anı paketine sararım. Duygularım acı aşla beslenerek, düşüncelerim
aşk çıkmazının sokağına seslenerek seni ararım. Hayallerimin aynasından
kopmayan, rüyalarımın penceresinden çıkmayan sen… Sensizlik feneri
elimde, sensizlik teri dilimde… Sayfalar la karalanarak, günlerin ölü
donukluğuyla paralanarak seninle kapanırım. Gölgen tanların kanlı
kızıllığında ellerimde tutuldu, gözlerin zihin tutkalında anların kara
perdesine yapıştı. Film şeritleri kafa raflarına itildi, ara sıra raflardan
anıları çıkarak izliyorum. Bazen ise benden tarafa dönerek gülümsemeni
ısırıyorum… Sözlerin sözlerimi kovalayarak, gözlerin gözlerimi
kapatarak sevda damlasını içmiştim. Buradan son çıkışınla yüreğim harabeye
dönerek senin özleminle zamanım hüzün tutuyordu. Sensizlikle sarsılarak ruhumun izine sokulan ismini hicran yutuyordu. Hüzün selleri anılara doğru sürüklüyordu…

Özkan KARACA

Hissedemediklerimiz

Aşk nedir bilen var mıdır acaba hiç içimizde. Onu yaşayan o kadehten içen mutlumudur sizce?

Kimileri aşkı tarif etmek için bir taraflarını yırtar gizlice, kimileriyse gerek duymaz yaşar onu en derinde. Onu tarif etmeye çalışan zavallıya sorsan aşk nedir diye? Anlatmaya başlar karmakarışık boş bir düşünce. Bu gerçeğin iyi tarafı, sanmayın açıklamaya çalışan kötü vaziyette. Kötü olan aslında aşkı yaşayanın içinde. Neden bu durum böyle bilinmez bu devirde. Fakat kalmadı artık dağı delip geçecek ışık bu düzensizliğin düzeninde. Ne tarafa baksan içi boş gülüşler, boş sevişler karşımıza çıkıyor. Artık dost bile dostuna her şey sahte dostum gülümsemeler bile burada her şey sahte dostum sevmeler bile diyor. Meğerse doğru olan her şey yanlış, yanlış olan her şeyse doğru olmuş bir zamanların o saf sevgi dilinde.

Gerçekte herkes o istediği aşkı arıyor gibi görünse de aslında beyni hükmediyor bu sözleri söyleyenin kalbine. Durum böyle olunca aşkın yapıtaşı olan güven ve sadakat ortadan kalkıyor hızlı bir şekilde ve herkes çok sevmeye başlıyor sadece şekilde. Fakat içlerinde ne bir güven ne bir his nede bir sadakat var. Sadece dıştan seviyor o da sevgilinin vücudu güzelse. Romantik olmak için herkes hazır ve nazır gibi görünse bile, içlerinde aşkı taşıyamayacakları kadar sert bir kalp durur kaya cinsinde. Bilmezler ki sevgilinin bir bakışı bir ömre bedel ve bunu bilmeyenler oyun oynarlar sevenin o temiz kalbinde. Bu vaziyet böyle süre geldi meçhul tarihten beri. Kalmadı hiç sevenin rengi. Hep ağladı hep üzüldü ama yinede seven sevdi. Dedim ya aşkı tarif eden kötü durumda değil aşkı içinde taşıyan karanlıklarda.

Ama gidip söylesen bu muhteşem duyguyu tatmamışa, çok şanslısın der yana yakıla. Bilmez masum başına geleceklerini ister sevmeyi deli gibi. Çünkü o kadehten içen de istemiştir bir zamanlar onun gibi.

Cüneyt Bulut

Hesaplaşma

İnsanın içinde derin duygular uyandırıcı bir mavilikte ve aşk olgusunun yarattığı ince duygusallıkta adım atıyor, dünyanın dönmekte olmasından bile çıkar elde etmek isteyen insanların aksine, yaşadığım tebessümü bol anlardan çok çok büyük bir memnuniyet duyuyorum son günlerde. Karamsarlıklarla beslenmiş bir hayatın ardından umut verici ve bunun yanında bu umutları mutluluğa dönüştürücü kimi korkusuz hallerde nefes alıp veriyor olmak, belki de en başın-dan beri görmeyi arzuladığım geleceğin ilk dakikalarında ortaya koymakta olduğum cesaret örneği ya da ayakta durma göstergesi olabilir. Öyle ki bayatlamış bir hüzünsel serzenişin durmadan yaralaması karşısında en doğal ve en mantıklı göstergenin bu olduğunu, bunun yanında bu göstergenin ateş zerreciklerine benzemiş hayal kırıklıklarına iyi bir son vermek için de bire bir olacağını düşünmüyor değilim. Söylenebilecek doğru bir söz varsa, o da bütün bunların yanlış olmadığıdır.

Yürüdüğüm yolda en ufak çeldiricilere bile yakalanmaksızın, ufukta gördüğüm parlaklığa doğru ilerlerken ara sokaklardan çıkıp yolumdan şaşmama neden olacak durumlara kapılmaksızın büyük bir kararlılıkla haklı bir savaşım veriyorum amacıma koşarken. Elbetteki yolda irili ufaklı taşlar belirecek ve bu taşlar beni düşürme eğiliminde olacaktır. Hatta bazen bunlara takılıp düşeceğim de olacaktır. Ne olursa olsun, eğer amacımdan taviz vermeyeceksem, düştüğüm anlarda tekrar ayağa kalkmasını bilerek amacımdan asla vazgeçmemek ve cesaretimi yitirmemek,benim bu yolda uzağı görüp ilerlememde bana çok iyi bir yardımcı olacaktır. Unutmamalıyım ki daha önce yaşadığım zorlu günlerde izlediğim bazı yanlış politikalar çok bariz hatalar yapmama neden olmuştu. Zaten bunu biliyor ve aynı hataları yapmamak için önlemler aldığımı anımsıyorum.

Rahatsızlık verici birtakım üzüntüler yaşadığım hayatımda bir yerlere gelmek uğruna, içine yenilikler konmuş bir çekmece açıp ruhumun da kabul edeceği bir dünya oluşturmaya başladığımı aklıma getiriyorum.Bunu en son, yeni baş-layan hayatımın öncesinde gerçekleştirmiştim. “Sahip olunacak bir meslek, yeni şehir, yeni insanlar, yeni arkadaşlıklar, yeni dostluklar ve bunların tümevarımıyla kurulan bir sonuç: Yepyeni bir hayat.” İşte yolculuğa çıkmadan önce tekrar ettiğim, benimsediğim ve hatta parola haline getirdiğim bu sözler, güdülenmesi gereken bir insanoğlunun tercih ettiği bir yöntemdi diyebilirim. Daha doğrusu bütün bu sözler bir güdülenmeden çok, yıldızların yüreğime yakın olacağını bildiğim bir geleceğin başlangıç cümlesiydi. Çünkü kendi tabularımı hayatın tabularıyla karşılaştırmışsam, or-taya çıkan sonuç güdülenme durumunu geçip kendini bambaşka diyarlarda buluyor ve bana tam destek veriyor, yolun devam etmek için uygun olduğunu söylüyor. Ama bir şeye önem vermek şar! tıyla: asla vazgeçmemek.

Zeynep